Sinemasız hayat,tuzsuz popcorn gibidir...

28 Şubat 2011 Pazartesi

83. Akademi Ödülleri de geride kaldı.Şaşırtmadan!

David Fincher olsam bugün nasıl uyanırdım bilmiyorum.Ne yalan söyliyeyim Tom hooper ismini beklemiyordum.Sanki son  yıllarda şöyle bir tavır içinde akademi,en iyi film ve yonetmeni birbirinden ayırmam!
Uzun lafı kısası gecenin kazananı King's Speech.Bir Oscar daha süprizsiz,dediğim dedik sona erdi...



Kazananlar listesi

En İyi Film: The King's Speech
En İyi Yönetmen: Tom Hooper (The King's Speech)
En İyi Erkek Oyuncu: Colin Firth "The King's Speech''
En İyi Kadın Oyuncu: Natalie Portman "Black Swan"
      En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: Christian Bale "The Fighter"
      En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Melissa Leo "The Fighter"
      En İyi Yabancı Film: In a Better World / Susanne Bier / Danimarka
      En İyi Uyarlama Senaryo: The Social Network, Aaron Sorkin
      En İyi Orijinal Senaryo: The King's Speech: David Seidler
      En İyi Görüntü Yönetimi: Inception - Wally Pfister
      En İyi Sanat Yönetmeni: Alice in Wonderland RobertStromberg,  Karen O'Hara
     En İyi Animasyon: Toy Story 3
     En İyi Animasyon (Kısa Metraj): The Lost Thing
     En İyi Müzik: The Social Network, Trent Reznor ve Atticus Ross
     En İyi Şarkı: Randy Newman, If I Rise - 127 Hours
                                                      En İyi Görsel Efekt: Inception, Paul Franklin, Chris Corbould, Andrew Lockley ve Peter Bebb
 En İyi Kurgu: The Social Network Angus Wall ve Kirk Baxter
 En İyi Ses Miksajı: Inception, Lora Hirschberg, Gary A. Rizzo ve Ed Novick
 En İyi Ses Montajı: Inception, Richard King
En İyi Makyaj: The Wolfman, Rick Baker ve Dave Elsey
En İyi Kostüm: Alice in Wonderland, Colleen Atwood

Collin Firth'e de çok yakıştı bence o Oscar.Bridget Jones'dan bu yana ne kadar da yaşlanmış.
Jeff Bridges'i nedense itici  buluyorum,belki de tıngır mıngır gitarist rolu ile Oscar'ı almasından olabilir mi?
Natalie Portman,sanki Nina'yı oynamamış da ona çok benziyormuş gibi hissettim,hırsı gözlerinden okunuyordu.

27 Şubat 2011 Pazar

Şaşırt bizi Akademi:Oscara saatler kala...


Artık saatler var.Sabaha merakımız sona erecek.Bu sene filmlerin gayet iddialı olması nedeniyle çok bir haşır neşir olduğum ödül töreniyle ilgili artık tahminler havada uçuşuyor.Eminim hepiniz her yerde favorileri okudunuz.

Ana dal tahminleri şöyle:

En iyi Erkek oyuncu:Colin Firth-"The King's speech"
En iyi Kadın oyuncu: Natalie Portman,-"Black Swan"
En iyi yardımcı erkek:Christian Bale-"Fighter"
En iyi yardımcı kadın:Hailee Steinfeld -“True Grit"
En iyi yönetmen:David Fincher-"Social Network"
En iyi Film: King's speech

Colin Firth'e burdan ver yansın edecek halim yok,geçen sene A Single Man ile alamadığı heykeli bu seneki roluyle de hakediyor.Bence gecen sene Jeff Bridges'e giden OScar zaten Colin Firth'indi.

Ama hadi akademi şaşırt bizi bu rolu bu sene daha çok hakeden Javier Bardem'e ver.

Natalie Portman,hayatının en iyi rolü ile karşımızda.Bundan sonra da böyle zorlayıcı bir rol sahibi olacağını düşünmüyorum.Ama su an için ona yakın bir aday da göremiyorum.Hamile olması da sempatikliğini artırıyor dogrusu.Ama Akademi eşcinsellere söyle bir el sallayıp,The Kids are allright filmindeki Nic rolu ile Annette Bening'e Oscar verse hakkaten şaşırırız.

Christian Bale,yardımcı erkek dalında favori aday,Bir filminde kas yığınına dönüp,digerinde sivrisinek gibi -30 kg ile boy göstermesiyle meşhur.Fighter'da da yine iki boyultu neredeyse.Disiplinli ve iyi projelerde yer alan bir oyuncu.Ama Akademi Geoffrey Rush'ı nasıl görmezden geleceksin.Favorim kesinlikle Geoffrey Rush

Dogrusu Helena Bonham Carter hayalkırıklığı yarattıktan sonra Hailee Stenfiled'e diyecek birşeyim yok.Kendisi benim de yardımcı kadın oyuncu adayım.

Evet son bir ayda Kulisleri alt üst eden film King's Speech,bir anda Social Network üzerindeki ibreyi kendi tarafına doğru çevirdi.İki film aynı zamanlarda vizyona girseydi bence galip kesinlikle Social Network olacaktı.Hala daha da ümidimi yitirmiş değilim.Olay su ki Social Network vizyona girdiğinden beri Ocarın en güclü adayı sıfatıyla heryerde konuşuldu.biraz bıktırdı tabi bu durum Akademiyi.King's speech cok da etliye sütlüye bulaşmayan apolitik duruşu ve tertermiz senaryosu ile rekabet için  tam da biçilmiş kaftan oluverdi.Fakat şöyle bir düşünüyorum da,Akademinin pek İngiliz filmlerine prim verdiği de yok.Ayrıca Social Network yapımcıları bu durumu düşünüp heralde içerde kulis yapıyorlardır.

Oscarın gediklisi haline gelmiş Coen Kardeşlere ne diyorsunuz?Çat diye 10 dalda aday oldular.True Grit ile bence bu iki filmin ensesindeler.Coen Kardeşler ile ilgili sahsi fikrim şu:Coen Kardeşleri ya çok seversiniz ya da filmlerinden çok afedersiniz bir bok anlamazsınız.Ama burda dikkat True Grit bir yeniden çevrim filmi,ve eskisinden kat be kat iyi bir yeniden çevrim filmi.Konusu itibari ile de Amerikan tarihine selam gönderiyor.Tam da Akademinin gönlü fethedilesi bir durum değil mi?Seviyorlar kendi meseleleriyle uğraşamayı.

Benim rengim belli oldu sanırım.Social Network'e giden ödülü ayakta alkışlarım.
Akademi ödülü True Grit'e verirse çok insanı şaşırtır ama beni değil.
Aronofsky bir kaç sene daha aday olur biraz daha yaşlanınca ödülü alır.Ama şunu belirtmek isterim ki "Black Swan" bir masterpiece.Akademiye sert gelmese de keske heykelcik Black Swan'a gitse.
Farkındaysanız ortalığı kasıp kavuran Inception'un esamesi okunmuyor.Geçen seneki Avatar örneğinden sonra şaşırdık mı? Tabi ki şaşırmadık.Ama Inception fanları bütün anketlerde Inceptıon'u bir numara yapıyor.Bizim anketimizde de Inception ödülü almış gözüküyor.Yani uzun lafın kısası Inception halkın birincisi.

Evet Akademi üyeleri bu senenin ödülünü ola ki Inception'a verirse ben dahil çok insanı çok şaşırtır ve bir anda halkın sevgisini kazanmış bir ödül organizasyonu oluverir.

En iyi yönetmen ödülünün David Fincher'dan başkasının olabileceğini bile düşünmek beni üzüyor.Umarım bu dalda Akademi bizi şaşırtmaz da,Bu zamana kadar çok iyi işler çıkartmış Fincher evine ödüller döner.
Şu kanıya kapılmayın sakın,önceki işleri iyiydi,Social Network vasat olmasına ragmen yine de ödülü alsın mantığında degilim.Social Network,başladığı saniyeden itibaren izleyiciyi ekrana kilitleyen,sanal bir konuyu bu tempo ile izleyiciye hissettiren bir yeni dönem filmidir.David Fincher'in objektifinden çıkmış bir sanat eseridir.

Kısa Kısa:Bugünkü haberlerden biri de Kralice Elizabeth'in Oscar törenlerini saat farkına rağmen,canlı izleyeceği yönündeydi.
Natalie Portman'ın aptal bir romantik komedisi vizyona girdi.Çok kötü zamanlama bence
127 saat,Danny Boyle imzasını taşıyan,insanı kasım kasım kastıran,sonuna yakın hepimizi yerinden zıplatan,tek kişilik dev kadrosuyla başarılı bir yapım.Başarısı da bizzat James Franco'nun iyi oyunculuğudur.
Danny Boyle 'nin suratımıza attığı yaşam tarzıdır.İyi filmdir fakat Akademi es geçecektir.Francoyu da filmi de.

23 Şubat 2011 Çarşamba

Bireysel hayat üzerine sert eleştiri:127 saat



Aron Ralston adlı bir sporcunun yaşadığı bir kazadan kurgulanmış 127 saat filmi ile ilgili yazım,hikayenin bilinirliği sebebiyle spoiler gözönünde bulundurulmadan yazılmıştır.Hikaye hakkında herhangi bir bilginiz yoksa yazıyı filmden sonraya saklayabilirsiniz.

Bir stadyum dolusu insan,Kabeyi tavaf eden hacılar,sokaktaki kalabalık,metroya binenler,bunları neden izlediğimiz çok da umrumuzda değildi filmin en başında.Birarada olan ama kendileri için birşeyler yapan insanlar...Nerden çıktı şimdi bu neredeyse tek kişilik filmde bunları göstermek? Bunu unutmayın daha sonra aynen bu noktaya geri döneceğiz.
Aron Ralston'un hikayesini daha önce öğrenmiş olabilirsiniz.Extreme sporlarla uğraşan,başına buyruk,egosu binbeşyüz Aron,gayet bireysel olarak hayatını sürdürmektedir.Dere tepe,dağ bayır çılgınlar gibi gezebilmekte,çok güçlü olduğunu düşünmektedir.Yine bir gün kafasına eser ve kimselere haber vermeden Utah'dakı Blue John kanyonuna gitmek için yola çıkar.Güneşten kavrulmuş bir coğrafyada tek başında bisikletle 30 km yol yapıp eksik gedik alet edavatıyla yola hoplaya zıplaya devam eder.Aynı onun gibi kanyon kanyon gezen iki kızla karşılaşması çok sürmez.Kızları çok enerjik ve vurdum duymaz haliyle iki dakikada etkileyip,muhteşem bir suda beraber oynaşıp,kızları çok da begenmemesine rağmen onları etkilemek hoşuna gidiyor ve birazcık da dalgasını geçip yola devam ediyor Aron.Danny Boyle'nin gözüyle muhteşem resmedilmiş bu doğa parçası üzerinde yürüken,bir anda 400kg'lık bir kaya parçası ile kanyon yarığına düşüveren Aron'un sağ eli kaya parçası ile kanyon arasında sıkışıyor.Evet bu dakikadan sonra filmin tek starı James Franco ve 400kg lık kaya ile başbaşa kalıyoruz.Aron'un yanında pervasızca içip bitirdiği bir adet su tuluğu,yarısından biraz daha fazlası dolu su matarası ve bir adet de tavuklu sandviçi var.Kolunu oradan çıkarmasına imkan olmadığını anlaması için çok güçlü sandığı vucudunu epey bir hırpalıyor.Evet aslında Aron sandığı kadar fit ya da güçlü değil.127 saatlik bu maceranın başlamasıyla,Aron'un flashbacklerine şahit oldukça,onun çok sevdiği anne ve babasından ne kadar uzaklaştığını,birlikte küçükken piyano çaldığı kız kardeşiyle artık hiç ilgilenmediğini,çok sevdiği halde bireysel ve bencil hayatı yüzünden terk ettiği kız arkadasını görüyoruz.Hiç kimseye haber vermeden buraya geldiği için binlerce kere pişman oluyor.Onun nerden olacağını merak edecek bir arkadaşı bile yok.İş arkadaşı meraklanmaya başladığında o artık ölmüş bile olabilir.James Franco,bu zor filmin altından iyi kalkmış.Kamerasını çok seven zıpır Aron'un yüzündeki enerji,kaya altındaki 2. gününden sonra,derin pişmanlığa nasıl da dönüşüyor?Hayatını sorgulaması bu kadar zor koşullar altında mı olmalıydı?Sabah üşendiği için swiss çakısını çantasına atmadığı için bu kadar pişman olmak acaba Aron'u nasıl değiştirecek?
 Filmin en sıkı sahnesi ise üphesiz talk show sahnesi,müthiş bir sahne,Aron'un tam da düşüşe geçtiği nokta...
Şimdi başlangıçta izlediğimiz görüntülere geri dönelim.Binlerce insanın bir arada olduğu anlamsız kalabalığa ne kadar da ihtiyacı var şu anda Aron'un farkında mısınız?Her gün aynı saaatte kanyonun üzerinden geçen kuzgundan bile medet umuyor artık.Belki ofiste sabah masasına vuran güneşten yakınırken,şimdi 15 dakika kanyona vuran güneşe ayak parmak uçlarını uzatıyor.Bütün hayatını,uzaklaştıklarını ne kadar özlediğini hatırlıyor.Bunları hatırlaması için fazla sert bir teste tabi tutulmuş kendisi ama Danny Boyle bu hikaye üzerinden hepimize sesleniyor,o çok kibirli,başına buyruk,yanlız ve güçlü olduğunu düşünen Modern insana!

Bakın o Modern insan tek başında çaresizce bir yarıkta kaldığında,hayatta kalmak için nasıl mücadele veriyor.İdrarını içiyor,lenslerini tükürüğüyle ıslatıyor ve artık 5. gün gelecek hayatına dair hissettiği umuttan sonra kayanın altındaki kolunu 8cmlik made in china çakısı ile kesiyor.

Danny Boyle,içinize işleyecek,gözlerinizi açık tutamayacağınız bu sahnede bütün ustalığını ve gerçekliğini konuşturuyor.Gerçekliğin insanı bu kadar germesi çok rahatsız edici,zaten o da bu rahatsızlığı bütün seyirciye geçirmek istiyor.

Aron Ralston,kolunu kanyonda bıraktıktan 3 yıl sonra bugünkü eşiyle evleniyor ve çocukları oluyor.Hala dağcılık ve extreme sporlar yapıyor,artık nereye giderse gitsin bütün sevdiklerinin haberi var...

20 Şubat 2011 Pazar

Bir enkazdan Kral yaratan adam:King's Speech (Zoraki Kral)


Bu sene Akademi Adayları güçlü,King's Speech ise 12 dalda adaylığı ile en güçlü adaylardan birisi.İngiltere kralı VI. George'un kraliyet mücadelesinin çok şahsi kısmına ışık tutan film,sakin hikayesiyle bütün yükü oyuncuların sırtına yüklemiş bir biyografi.Hal böyle olunca tabi ki gözler Collin Firth'in üzerinde oluyor.Javier Bardem'in Biutiful'daki performansı gönlümü fethetmiş olsa da Collin Firth bu sene heykelciği evine götürür.Yürüyüşünden bakışına,aksanından tutukluğuna kadar,kendine güvensiz,ezilmiş aile bireyini adeta yaşıyor.Bunun seyirciye yansıması da müthiş.Ses tonunu bile değiştirebilip kekeme York Dükü'nün naif dünyası kendisine çok yakıştırmış.Çok asil ama bir o kadar da kırılgan Bertie,tabi ki filmin üzerinde döndüğü karakter.Ama başlıkta da bazılarınızın farkettiği gibi,bu filmde benim starım Geoffrey Rush.VI.George'un içine kapanık dünyasını çay kaşığı ile eşeleyip bu koca enkazdaki Kraliyet ışığını gören adam Lionel.Aslında filmin perde arkası karakteri,hikayenin bir zafere dönüşme sebebi olan Lionel Lounge'u,Geoffrey Rush gibi bir isme emanet etmek yapılabilecek en akıllıca iş olmuş.Orta sınıf bir Avusturyalı dil bilimciyi canlandıran Geoffrey Rush,kesinlikle Oscar'ı almalı.Kendisi o kadar iyi bir oyuncu ki,filmin en ağır topundan bile rol çalabilecek durumda olmasına rağmen,yeri geldiğinde Collin Firth'i daha da zirveye çıkarmaktan hiç çekinmemiş.Eminim ki Colin Firth'in muazzam performansında payı bile vardır.
Krallığın,devlet üzerinde çok sembolik bir etkisi olmasında rağmen halk ve klise için ne kadar değerli olduğunun alt metinde altını çizen,fazla politikaya bulaşmadan,sempatizanlık ya da partizanlık yapmadan,
İngiltere kraliyetinin en sevilen liderlerinden biri olmuş VI. George'un,içsel ve ailesel yaşantısından bir kesiti bize sunan Tom Hooper,bu tarihsel deneyiminde iyi iş çıkartmış.Daha önce de TV için Elizabeth serisiçeken,the Damn United ile beğeni alan yönetmen,bu güçlü filmden sonra çıtayı yüksek tutmak zorunda kalacak.
Aslında VI.George'un kekemelik probleminden,geçmişte yaşadığı psiklojik problemlerden,karısının ona hep şefkate ihtiyacı olan bir bebekmiş gibi davranmasını ekrana yansıtmak çok güç.O kadar ince bir çizgide yürümeniz lazım ki,bütün bu insani olayları tarihin çok saygın figürlerinden birini rezil etmek niyetinde olmadığınızı herkes anlasın.Tam da bu anlamda film,yeri geldiğinde karakterlere yüklediği öz eleştirilerle bile çok doğal yönüyle ele alıyor.
Söylemeden geçmek istemiyorum,Helena Bonham Carter'i böyle fazla normal bir rolde izlemek bir süre bana çok tuhaf geldi. :) Fakat yaşının verdiği olgunlukla artık onu anne rollerinde izlemek aslında normal bir durum.
aksan konusunda tabi ki biraz zayıf kalsa da (Collin Firth'in insan üstü gayret ve performansı karşısında kim olsa bu duruma düşebilirdi) bence yerli yerine oturmuş.Kocasını seven ve her koşulda destek olan asilzade olduğunun bilincinde ama kibirsiz güçlü bir kadın portresi izliyoruz.aslında şu açıdan da bakmakta fayda var,erkeğin başarısının % kaçı arkadasındaki kadına ait? Aslında George'un kendi problemleri ile savaşmasını sağlayan da karısı.

Bu dingin hikayeyi izlemek,muhteşem oyunculukları alkışlamakta fayda var.En kötü ihtimalle yakın İngiltere tarihinden bir kaç isim öğrenmiş oluyoruz,Hem hiç de uzak değil Kraliçe Elizabeth'in babası.

Ucundan spoiler:
*Çok dozunda tarih eklentileri filmin artısı.Özellikle Hitler üzerinden yapılan gönderme gerçekten üzerinde düşünülmesi gereken bir liderlik vasfı.Hitler'in bir meydan konuşmasını izleyen VI.George'un ağzından şunları duyduğumuz sahne: -Ne dediğini anlamıyorum ama ne diyorsa onu çok etkili anlattığı kesin!

*Film içinde benim en sevdiğim sahne ise,Kral olduktan sonra George'un kızları ile karşılaşma sahnesi.İnsan neden Kral olmak istemezin açıklaması gibi...

*Görsel açıdan en sevdiğim sahne ise Kral'ın canlı yayın konuşmasını yapmayı beklerken yüzüne yansıyan kırmızı canlı yayın ışığı,Collin Firth o anda yansıttığı endişe için bile ödülü hakediyor.

5 Şubat 2011 Cumartesi

The Kids are All Right


Kendisi 2011 Oscar'ının en sessiz sedasız yapımlarından,ortalığa bomba gibi düşmüş bir adet İnception onu ezip geçen Black Swan,çok güçlü bir biyografi King's speech konuşulurken,bu eğlenceli filmi izleme isteğimi durduramadım.Bu filmi izleyene kadar Natalie Portman'ın heykelciği alacağından çok emin olan ben,Annette Bening'in performansıyla karşık duygular içerisindeyim.
Eşcinsel bir çiftin,çocuklarıyla yaşadığı mutlu hayata gölge gibi giren bir erkeğin doğurdu sonuçları çok ustalıkla sadece duygusal açıdan anlatan filmin bu ince çizgideki asil yürüyüşüne hayran kaldım.
Nic ve Jules üniversite yıllarından beri beraber yaşayan lezbiyen bir çifttir.Her ikisinin de bir adet cocukları vardır.İkisi de çocuklarını sperm bankasından aldıkları spermle doğurmuşlardır.Tek şaşırtıcı yan ise aynı donoru kullanmış olmalarıdır.18 yaşını dolduran Joni,16 yaşındaki erkek kardeşi Laser'in baba merakına yenik düşerek sperm bankasıyla bağlantı kurar ver donorleriyle tanışma talebinde bulunur.Bu talebi olumlu karşılayan donor Paul,kendini bambaşka bir hayatın içine sokmuştur.
Dümdüz okuyunca çok farklı bir aile gibi gözükse de,yönetmen Lisa Cholodenko karşımıza sımsıcak,her ailede yaşanan sorunları olan,sevgi dolu insanlar çıkartıyor karşımıza.Kariyeri peşinde koşan Nic,kendini çocuklara adayıp hayat boyu mesleğini yapamamış Jules,ergenlik sorunlarıyla boğusan iki çocuk ve ebeveynlerin tek derdi çocuklarının mutluluğu...Bu fazlasıyla normal tabloda fazladan bir "baba" figürü eklemek hiç de kolay olmuyor.Hele bir de işler hiç de sandığınız gibi gitmezse...
Nic'in katı karakterinde dışa kapalı olmanın her zaman sevdiklerinizden sizi uzaklaştırdığını o muhteşem oyunculukla bize anlatan Annette Bening'e hayran kalmamak mümkün değil.Julian Moore ise Chloe'de aştığı kendini Jules ile pekiştiriyor gibi duruyor.İlerlemiş yaşına rağmen düzgün fiziği takdire şayan,ama Akademi'nin gözüne girememiş belli ki.
Mark Ruffalo, çizgisiz kendi halinde iki çocuk sahibi olduğunu 18 yıl sonra öğrenen bir adamın şaşkınlığı yansıtamadı bana ama iddiasız oyunculuğu asla başarısız değil aksine kendinden emin olmayan adam rolleri çok yakışmış.

Eşcinsel evlilik,sperm bankası,donor çocuk ilişkisi gibi gündelik hayatta birarada çok sık rastlanmayan bu üçlüyü bu kadar gündelik ele almanın haklı başarısını yaşaması gereken bir yapım olmuş The Kids are all right.Bu dinginliğine yakışır şekildeki finali de takdire şayan...

NOT:filmin türkçe adı "iki kadın bir erkek".Aile ve çocuklar üzerine yoğunlaşan bir filmin,bu denli düşüncesizce çeviri yapılması...filmin adı aslında konuya atıfta bulunuyor.Tam bir "Lost in translation" örneği...