Sıkıldım, gercekten çook sıkıldım.Filmin ilk 15 dakikasından sonra benim için iyi bir seçim olmadığına karar vermiştim zaten ama belki fikrim değişebilir diye sonuna kadar izlemeye kararlıydım.(itiraf ediyorum final sahnesinde koptum ,pause tuşuna basmadan kalktım dolandım)ilk bakışta kadro kötü değil ve filmin isminin bana hatırlattığı şey Me Myself and Irene 'di;belki de bu yüzden izlemek istedim.Klasik romantik komedi filmine bir de buddy ilişkisi eklenmiş bu sefer ama hep aynı klişe Amerikan erkek arkadaş geyikleri,zengin ama aşık idealist kız (Kate Hudson)ve fakir ama gurulu erkek (Matt Dilon ) hikayesi üzerine de biraz zengin ve kötü baba (michael Douglas)karakteri ekleyelim.Michael Douglas zaten bu defterleri kapattı tam onun oyalanacağı türden bir rol.Kate Hudson'un güzelliği ve sevimliliği haricinde çekici bir taraf yok görüntülerde.Güzel bir ev ama nedense kasvetli renklerle döşenmiş.Artık ne filmi olursa olsun mekanlarda kullanılan objelerin görüntü zenginliği oluşturduğunu düşünüyorum.Hiç bir işe yaramayan arıza erkek arkadaş Dupree (Owen Wilson ) rolün hakkını veriyor mu? Veriyor bence.öyleki mütemadiyen evde verdiği rahatsızlıklardan ötürü kendisine gıcık bile oldum diyebilirim :) ve kendisine benim kadar gıcık olan evin hanımı da zavallı Dupree'ye bir anda acımaya karar veriyor(evlerini yaktıktan sonra hem de :) )bir anda Dupree saflarına geçip kocasına hayatı zindan edebiliyor.Bu mağdur koca da evine aldığı arkadaşını karısından feci halde kıskanıp ortalığı birbirine katıyor.Sonradan bir anda bu aklı başına gelen insan tabiki evliliği sarsılan dostuna yardım etmek için kolları sıvıyor.(işte o sıralarda benim filme olan limitli ilgim zaten bitmişti)En son sahnede Dupree 'yi yüzlerc insana bir seminer verirken görüyoruz.Bu seminer sizde de Manolya etkisi yarattı mı bilmiyorum ama bana fena halde Manolya'yı cağrıştırdı.Uzun lafın kısası filmi izlemezseniz hiç bir şey kaybetmezsiniz.
Sinemasız hayat,tuzsuz popcorn gibidir...
30 Temmuz 2009 Perşembe
10 Temmuz 2009 Cuma
ps: I love you
Yine günler çok hızlı geçiyor,yine hiç bir şey yapmaya vakit yok,derin filmler izleyip üzerinde düşünmek hatta daha önce izleyip izler bırakanların üzerinde çalışıp yazmak istiyorum ama bunun için biraz daha vakit lazım.Henüz bu çok istediğim yeniliği hayatıma oturtamadım ,planlamam gerek sanırım bunu da her şey gibi…
Aslında belki de bu filmi yazmazdım,antreman olarak kabul ediyorum,genelde böyle romantik komedileri izlemeyi tercih etmem, ama bu filmle ilgili güzel yorumlar almıştım.Kısaca özetlersem ortahalli bir hayat süren aşk evliliği yapmış hafif çılgın bir çiftin hayatı inişli çıkışlı ama had safhada aşık devam ederken,erkek olan aniden hayatını kaybeder ve çok sevdiği eşi için ölmeden önce hayatını yönlendirecek mektuplar yazmıştır.Bu mektuplar zaman Ps.I love you aslında diğer romantik komedilere oranla daha farklı yaklaşmış olaya,çok da 15. dakikadan sonunu anlatır cinsten değildi en azından,başlangıç bölümü dizi girişi tadında olsa da eğlenceliydi.Yalnız benim Gerard Butler’i farklı görmekle ilgili bir problemim var sanırım ,hemen aklıma 300 Spartali geliyor ve ne kadar farklı gözüktüğünü düşünüp ekranı kaçırıyorum. Filmin ilk 10 dk sonra sevecen çılgın bar şarkıcısına çok da yakışır bir oyunculuk olduğuna karar verdim.Hilary Swank da daha sert ve daha ağır rollerin kadını hep benim için.Ama kusursuz görüntüsü her role çok yakışacak cinsten. tam bir romantik komedi filmindeydik ;huysuz çocuksu karısına çok aşıktı bu adam.Tempo hızlı değişti başta ne olduğu seçilemeyen bir cenaze töreni,cenaze mi yoksa anma gecesi mi diye düşünürken çok da önemli olmadığına karar verdim,esas oğlan ölmüştü …Filmdeki en başarılı anlatım kocasının ölümünden sonra kadının yaşadığı depresyon ve karakterle uyumlu verdiği tepkilerdi.Hikayenin bu kısımı çok duygusal ağlatıyor bazı sahneler insanı, ama filmin mükemmel anlatımından ya da dramatize edilmiş olmasından değil olayın çok gerçek olmasından…Böyle şeyler yaşadığınızda sizin de aynı şeyleri yapabileceğinizden…Ölü eşten gönderilen mektuplar çok fazla organize edilmesi gereken bir olay…Fakat dikkatimi şu çekti filmi izlerken bunları kimin organize ediyor olduğu konusunda hiç meraklanmadım.Zaten bu isteniyordu önemli olan mektupların nasıl gönderildiği değildi bu film için, bu noktada ilerleyiş gayet başarılı.Ama bu fikri çok da sevmedim , çok can acıtıcı , çok anlamsız bir bekleyiş ve dipten çıkamama durumu.mektupların sonuna yaklaştıkça sıkıldığımı hissettim.Bu tarz filmleri düşünecek olursak sonu hiç de fena değildi.Klasik central park manzaralı son mektup sahnesi hafiften aaaa dedirtebilir.Kim inanırdı ki damadını sevmeyen kayınvalidenin o organizasyonun başını çekebileceğine?…Sonuçta barda çalışan sevimli adamın kucağına atlayan kızımızın mutlu sona erişeceğini düşünürken Irlanda ‘daki sıcak son daha hoşuma gitti.Anneli kızlı çifte aşk kokusu çok klasik olsa da böyle sweet romantic film için yakışır bir son olmuş.
Sonuç olarak izlenebilir bir film ve bu tarz filmleri sevenler için keyif verecek bir anlatım.
Aslında belki de bu filmi yazmazdım,antreman olarak kabul ediyorum,genelde böyle romantik komedileri izlemeyi tercih etmem, ama bu filmle ilgili güzel yorumlar almıştım.Kısaca özetlersem ortahalli bir hayat süren aşk evliliği yapmış hafif çılgın bir çiftin hayatı inişli çıkışlı ama had safhada aşık devam ederken,erkek olan aniden hayatını kaybeder ve çok sevdiği eşi için ölmeden önce hayatını yönlendirecek mektuplar yazmıştır.Bu mektuplar zaman Ps.I love you aslında diğer romantik komedilere oranla daha farklı yaklaşmış olaya,çok da 15. dakikadan sonunu anlatır cinsten değildi en azından,başlangıç bölümü dizi girişi tadında olsa da eğlenceliydi.Yalnız benim Gerard Butler’i farklı görmekle ilgili bir problemim var sanırım ,hemen aklıma 300 Spartali geliyor ve ne kadar farklı gözüktüğünü düşünüp ekranı kaçırıyorum. Filmin ilk 10 dk sonra sevecen çılgın bar şarkıcısına çok da yakışır bir oyunculuk olduğuna karar verdim.Hilary Swank da daha sert ve daha ağır rollerin kadını hep benim için.Ama kusursuz görüntüsü her role çok yakışacak cinsten. tam bir romantik komedi filmindeydik ;huysuz çocuksu karısına çok aşıktı bu adam.Tempo hızlı değişti başta ne olduğu seçilemeyen bir cenaze töreni,cenaze mi yoksa anma gecesi mi diye düşünürken çok da önemli olmadığına karar verdim,esas oğlan ölmüştü …Filmdeki en başarılı anlatım kocasının ölümünden sonra kadının yaşadığı depresyon ve karakterle uyumlu verdiği tepkilerdi.Hikayenin bu kısımı çok duygusal ağlatıyor bazı sahneler insanı, ama filmin mükemmel anlatımından ya da dramatize edilmiş olmasından değil olayın çok gerçek olmasından…Böyle şeyler yaşadığınızda sizin de aynı şeyleri yapabileceğinizden…Ölü eşten gönderilen mektuplar çok fazla organize edilmesi gereken bir olay…Fakat dikkatimi şu çekti filmi izlerken bunları kimin organize ediyor olduğu konusunda hiç meraklanmadım.Zaten bu isteniyordu önemli olan mektupların nasıl gönderildiği değildi bu film için, bu noktada ilerleyiş gayet başarılı.Ama bu fikri çok da sevmedim , çok can acıtıcı , çok anlamsız bir bekleyiş ve dipten çıkamama durumu.mektupların sonuna yaklaştıkça sıkıldığımı hissettim.Bu tarz filmleri düşünecek olursak sonu hiç de fena değildi.Klasik central park manzaralı son mektup sahnesi hafiften aaaa dedirtebilir.Kim inanırdı ki damadını sevmeyen kayınvalidenin o organizasyonun başını çekebileceğine?…Sonuçta barda çalışan sevimli adamın kucağına atlayan kızımızın mutlu sona erişeceğini düşünürken Irlanda ‘daki sıcak son daha hoşuma gitti.Anneli kızlı çifte aşk kokusu çok klasik olsa da böyle sweet romantic film için yakışır bir son olmuş.
Sonuç olarak izlenebilir bir film ve bu tarz filmleri sevenler için keyif verecek bir anlatım.
1 Temmuz 2009 Çarşamba
Twilight
Vizyona girmeden önce bile popular olan filmleri, ya vizyona girdigi gün izlerim ya da filmle ilgili bütün yorumlara yazılara reklâmlara kulak tıkayıp popularite hızını aldıktan sonra izlerim. Twilight’i da geçen hafta izledim.
Bütün vampir hikâyelerini her zaman yakın takibe almışımdır. ama nedense bu best seller kitap serisini es geçmiştim. Bütün raflarda en çok satanlar rafında durmasına rağmen alıp da okumadım bu seriyi bir türlü. Sonra film çekildi, kararsız kaldım kitabımı okuyayım önce yoksa filmi mi izleyeyim. Gayet kendiliğinden gelişti ve filmi izledim.(halbuki genelde bu tarz uyarlamalarda önce kitabı okumayı tercih ederim).sunu söyleyebilirim ki kitabı okumadan izlediğim için anlatım bana yeterli geldi. Sonra serinin ilk kitabını da okudum hemen. Verilemeyen detaylar olsa da bence kitaptan ekrana aktarım başarılı. Filmin genelinde çok çarpıcı sahneler ve mekânlar yok fakat renkler olarak bence vampir soğukluğu verilebilmiş. Giysiler hep koyu ve soluk tonlarda iddialı kostümler hiç yok. Hava tam anlatıldığı gibi, hep bir bulutlu gri mavi ve koyu yeşil ton hakim. Vampir efsanelerine ise geçmişle harmanlanmış ama çizgi dışına da çıkılmış eklentiler yapılmış, hep güneş ışığında küle dönüştüğü varsayılan vampirler filmde elmas gibi parlıyor. Aslında parlayamıyor. Sanırım film biraz aceleye gelmiş, dijital efektleri çok başarılı değil.(aslında bunu kitabın Edward hakkında sürekli abartılı anlatımından yola çıkarak söylüyorum belki kitabı hiç okumasam filmdeki o cılız parlama bana yetebilirdi )Filmden klasik vampir anlatımları beklediyseniz hayal kırıklığına uğramışsınızdır. Kitabı kısaca özetlersek, Stephanie Meyer Vampirlerin dünyasına çok başka yaklaşmış. Bu kez vampirlerin o ürkütücü, karanlığa gömülmüş hayatlarını görmüyoruz. Sosyal hayata adapte olmuş, bir insana aşık olan vampirin içsel karmaşasını anlatıyor. Aslinda bir vampire âşık olmuş bir insanın duygularını anlatıyor. Sanırım olayı Edward’ın gözünden anlatan kitap “Midnight Sun” serinin son kitabı olacak. Aslında kitap en çok aşktan bahsediyor ve Edward Cullen’in mükemmelliğinden, Erward ve Bella harici diger karakterler hep yüzeysel anlatımlarla geçilmiş.
Kitabın neredeyse tamamında Edward Cullen oyle bir anlatılıyor ki, filmde Edward ilk ekranda gözüktüğünde bence kitabı okuyanlar için hayal kırıklığı yaratabilir. Fakat ilerledikçe çok da kötü olmadığına karar verdim. Ama tam bir “Adonis” heykeli de değil. Imaj ve makyaj oyuncuyu roman karakterine yaklaşır hale getirmiş. Bu anlamda en çok Edward için çaba sarf edildiğini düşünüyorum. Robert Pattinson ve Edward arasında dağlar kadar fark var çünkü. Karizmayı yansıtma konusunda söylenecek bir şey yok oyuncunun kendi adına cok çalıştığını düşünmüyorum çünkü ne olursa olsun bütün Vampirler zaten karizmatiktir. Hele bir de umutsuzca aşıksa. Fakat Robert Pattinson’un bir Ingiliz olduğunu düşünürsek aksan işinin altından iyi kalkmış. Edward için söylenecek çok bir şey yok, kitapta o kadar anlatıldıktan sonra beğenilmemesi ya da filmde gölgede kalması gibi bir şey zaten düşünemiyorum. Bella ‘yı ilk izlediğimde kötü bulmadım ama filmin süresiyle alakalı olarak anlatım da özetlenince kitapta çok daha karmaşık ve keskin olan hisleri filmde o kadar yansıtılamamış. Yine de Kristen Stewart ekran yüzü olarak çok yeni ve güzel. Filmin genelinde ise makyaj çok basit, çok aceleye gelmiş hissi veriyor.(hatta bazı sahnelerde Edward’ın yanakları pembe pembe )özellikle Carlisle ‘in makyajı ekrana her geldiğinde gözümü çok yordu. Yani kasabanın genç ve gizemli doktoru her gün bu suratla işe geliyorsa bu kadar popüler olamazdı diye düşünüyorum. Cullen ailesinin suratındaki pudralar çok bariz belliyken, diğer iki beyaz vampirdeki doğal renk, beslenme şekliyle mi alakalıydı acaba? Makyajın o kadar yapay kaldığı yerler vardı ki sanki fazla rötuşlanmış fotoğraf edasıyla duran suratlar hissediliyordu arada. Filmdeki çarpıcı birkaç sahneden birisi Cullenler’in fevkalade modern evleri ve ağaçların tepesinde gezinen çiftimizin gördüğü sisli karanlık ama muhteşem nehir ve dağ manzarasıydı. Vampirlerin hayatı adına yeniliklere açığım özellikle de böyle modern kitap serisinden bir gençlik uyarlaması için, fakat nedense böyle ağaçlara tırmanma hoplama zıplama gibi şeyleri çok da vampirsel bir davranış olarak göremedim. Daha çok hayvandan dönüşmüş fantastik kahraman hissi uyandırdı bende.
Beysbol oyunu sahnesi ise bence film içinde en yüksek ivmeli ve görsel acıdan en tatmin edici sahneydi. Özellikle film boyunca çok pasif olan Jasper’in topa vurma sahnesi çok başarılı. “Muse — Supermassive Black Hole” şarkısı fona çok yakışmış. Filmin genelinde kullanılan müzikler ise Carter Burwell’e ait ve benim kulağıma çok hoş geldi, sahneleri çok iyi tamamlamış müziklerin film kadar aceleye geldiğini söyleyemem.
Oyunculuk adına James’in ölmesine çok üzüldüm. Cok başarılı bir oyun çıkarmış.,çok vahşi, çok acımasız çok ukala bir vampir.,filmdeki en vampir oyuncu bana göre kesinlikle James’ti.
Özetle film kendini izletiyor ve bence başarılı bir fantastik -gençlik filmi olmuş. Ayrıca da çok popüler ve seri tamamlanana kadar da bu popülerlik devam edeceğe benziyor. Serinin devamı çekiliyor. Bu sefer önce okuyup sonra izlemeyi düşünüyorum.
Bütün vampir hikâyelerini her zaman yakın takibe almışımdır. ama nedense bu best seller kitap serisini es geçmiştim. Bütün raflarda en çok satanlar rafında durmasına rağmen alıp da okumadım bu seriyi bir türlü. Sonra film çekildi, kararsız kaldım kitabımı okuyayım önce yoksa filmi mi izleyeyim. Gayet kendiliğinden gelişti ve filmi izledim.(halbuki genelde bu tarz uyarlamalarda önce kitabı okumayı tercih ederim).sunu söyleyebilirim ki kitabı okumadan izlediğim için anlatım bana yeterli geldi. Sonra serinin ilk kitabını da okudum hemen. Verilemeyen detaylar olsa da bence kitaptan ekrana aktarım başarılı. Filmin genelinde çok çarpıcı sahneler ve mekânlar yok fakat renkler olarak bence vampir soğukluğu verilebilmiş. Giysiler hep koyu ve soluk tonlarda iddialı kostümler hiç yok. Hava tam anlatıldığı gibi, hep bir bulutlu gri mavi ve koyu yeşil ton hakim. Vampir efsanelerine ise geçmişle harmanlanmış ama çizgi dışına da çıkılmış eklentiler yapılmış, hep güneş ışığında küle dönüştüğü varsayılan vampirler filmde elmas gibi parlıyor. Aslında parlayamıyor. Sanırım film biraz aceleye gelmiş, dijital efektleri çok başarılı değil.(aslında bunu kitabın Edward hakkında sürekli abartılı anlatımından yola çıkarak söylüyorum belki kitabı hiç okumasam filmdeki o cılız parlama bana yetebilirdi )Filmden klasik vampir anlatımları beklediyseniz hayal kırıklığına uğramışsınızdır. Kitabı kısaca özetlersek, Stephanie Meyer Vampirlerin dünyasına çok başka yaklaşmış. Bu kez vampirlerin o ürkütücü, karanlığa gömülmüş hayatlarını görmüyoruz. Sosyal hayata adapte olmuş, bir insana aşık olan vampirin içsel karmaşasını anlatıyor. Aslinda bir vampire âşık olmuş bir insanın duygularını anlatıyor. Sanırım olayı Edward’ın gözünden anlatan kitap “Midnight Sun” serinin son kitabı olacak. Aslında kitap en çok aşktan bahsediyor ve Edward Cullen’in mükemmelliğinden, Erward ve Bella harici diger karakterler hep yüzeysel anlatımlarla geçilmiş.
Kitabın neredeyse tamamında Edward Cullen oyle bir anlatılıyor ki, filmde Edward ilk ekranda gözüktüğünde bence kitabı okuyanlar için hayal kırıklığı yaratabilir. Fakat ilerledikçe çok da kötü olmadığına karar verdim. Ama tam bir “Adonis” heykeli de değil. Imaj ve makyaj oyuncuyu roman karakterine yaklaşır hale getirmiş. Bu anlamda en çok Edward için çaba sarf edildiğini düşünüyorum. Robert Pattinson ve Edward arasında dağlar kadar fark var çünkü. Karizmayı yansıtma konusunda söylenecek bir şey yok oyuncunun kendi adına cok çalıştığını düşünmüyorum çünkü ne olursa olsun bütün Vampirler zaten karizmatiktir. Hele bir de umutsuzca aşıksa. Fakat Robert Pattinson’un bir Ingiliz olduğunu düşünürsek aksan işinin altından iyi kalkmış. Edward için söylenecek çok bir şey yok, kitapta o kadar anlatıldıktan sonra beğenilmemesi ya da filmde gölgede kalması gibi bir şey zaten düşünemiyorum. Bella ‘yı ilk izlediğimde kötü bulmadım ama filmin süresiyle alakalı olarak anlatım da özetlenince kitapta çok daha karmaşık ve keskin olan hisleri filmde o kadar yansıtılamamış. Yine de Kristen Stewart ekran yüzü olarak çok yeni ve güzel. Filmin genelinde ise makyaj çok basit, çok aceleye gelmiş hissi veriyor.(hatta bazı sahnelerde Edward’ın yanakları pembe pembe )özellikle Carlisle ‘in makyajı ekrana her geldiğinde gözümü çok yordu. Yani kasabanın genç ve gizemli doktoru her gün bu suratla işe geliyorsa bu kadar popüler olamazdı diye düşünüyorum. Cullen ailesinin suratındaki pudralar çok bariz belliyken, diğer iki beyaz vampirdeki doğal renk, beslenme şekliyle mi alakalıydı acaba? Makyajın o kadar yapay kaldığı yerler vardı ki sanki fazla rötuşlanmış fotoğraf edasıyla duran suratlar hissediliyordu arada. Filmdeki çarpıcı birkaç sahneden birisi Cullenler’in fevkalade modern evleri ve ağaçların tepesinde gezinen çiftimizin gördüğü sisli karanlık ama muhteşem nehir ve dağ manzarasıydı. Vampirlerin hayatı adına yeniliklere açığım özellikle de böyle modern kitap serisinden bir gençlik uyarlaması için, fakat nedense böyle ağaçlara tırmanma hoplama zıplama gibi şeyleri çok da vampirsel bir davranış olarak göremedim. Daha çok hayvandan dönüşmüş fantastik kahraman hissi uyandırdı bende.
Beysbol oyunu sahnesi ise bence film içinde en yüksek ivmeli ve görsel acıdan en tatmin edici sahneydi. Özellikle film boyunca çok pasif olan Jasper’in topa vurma sahnesi çok başarılı. “Muse — Supermassive Black Hole” şarkısı fona çok yakışmış. Filmin genelinde kullanılan müzikler ise Carter Burwell’e ait ve benim kulağıma çok hoş geldi, sahneleri çok iyi tamamlamış müziklerin film kadar aceleye geldiğini söyleyemem.
Oyunculuk adına James’in ölmesine çok üzüldüm. Cok başarılı bir oyun çıkarmış.,çok vahşi, çok acımasız çok ukala bir vampir.,filmdeki en vampir oyuncu bana göre kesinlikle James’ti.
Özetle film kendini izletiyor ve bence başarılı bir fantastik -gençlik filmi olmuş. Ayrıca da çok popüler ve seri tamamlanana kadar da bu popülerlik devam edeceğe benziyor. Serinin devamı çekiliyor. Bu sefer önce okuyup sonra izlemeyi düşünüyorum.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)