Sinemasız hayat,tuzsuz popcorn gibidir...

21 Aralık 2009 Pazartesi

Suretler (Surrogates)

Dikkat:bu yazı filmi izlemeyenler için fazla ipucu içermektedir.





Teknoloji derya deniz.Yaratıcı olmanın sınırı yok.Suretler konu olarak yeterince çekici görünüyor.Bruce Willis ‘i izlemeyeli çok uzun zaman oldu.



İnsanların kendi kusursuz robot versiyonlarına sahip olmasını sağlayan bir teknoloji icat ediliyor ve şehir bir anda süper güzel kadın ve erkeklerle dolup taşıyor.İnsanlar robot versiyonlarını evden bilgisayar sistemi ile idare ediyorlar.Buraya kadar olay çok çekici tabi,düşünsenize sabahın köründe kalkıp evden çıkmak yok.giyim kuşam filan hiç gerekli değil.10 gün traş olmasanız ya da yıkanmasanız hiç problem değil.Evinizin koridoru uzunsa yürüyüş mesafeniz onunla sınırlı.En can alıcı yeri ölüm riskiniz yok.Robotunuzun başına bir şey gelse bile sizin tuzunuz kuru.En fazla bir robot daha alırsınız olur biter.Filmde bakıyorsunuz bu duruma karşı suret kullanmayı reddeden bir grup var.Onlar insan olarak ,insanlarla yaşamak istiyorlar.Ama cok da sevimli bir grup değil bu .Başlarındaki zenci lider kendini Mesih olarak ilan etmiş.Suretlerle çete vari bir savaştalar.

Sonra birdenbire bir akşam bir suret öldürülüyor. Bütün hafıza kartı filan da yanmış.FBI tabi hemen konuya el atınca ,Suretin sahibinin de öldüğünü görüyorlar. Olaylar böyle gelişiyor.Bruce Willis’in sureti kendisine çok benziyor ama bir hayli genç tabi .

Sonra bir çatışmada Bruce Willisin canım Robotu parçalanınca FBI Bruce Willis’i kibarca kapı dışarı ediyor ve Bruce birden Suretsiz kalıveriyor.O zamana kadar bu robot işini çok sevdim ben de.Teknolojiyi severim zaten ben.Kendi robotum olsa nasıl bişey olur diye düşünürken.Robotsuz Bruce yolda yürüyemez halde sokakta geziniyor.Adam senelerdir dışarı çıkmamaktan unutmuş şehir hayatını,ona yolda yaratıkmış gibi bakan robotlar da cabası.Tabi adam insan.defoları var ,sakalı uzamış sacları kırlaşmış,ne kadar da çirkin ve onlardan değil.

İnsan Bruce eve gidip suret karısını karsısında bir grup arkadaşıyla robot esrarı çekerken görünce çileden çıkıyor.Robotları tekme tokat dövüyor.Filmde gördüğümüz yegane insani reaksiyon bundan ibaret.

Böyle ilgi çekici bir konunun aslında insanlık için ne kadar dramatize olduğunu anlamak filmden çıkacak yan etkilerden birisi.Bence de verilen en baba mesaj ,konunun en derin tarafı.

Bunu hafızaya almayıp aksiyon kısmıyla ilgilenecek olursanız,son 20 dakika da uyursunuz.Güzel giden konu,tahmin edilebilir de olsa hafif süprizler ama son derece klişe,hiç de vay anasını dedirtmeyen bir son.Şimdi eğri oturup doğru konuşmak gerekirse böyle kurgulanmış bir konu ,finalde daha çok alkışı hak ediyordu.

Ama iflah olmaz bilimkurgu düşkünü,aksiyon da aksiyon diye tutturup bu sebeple her filmi izleme isteğinde olanlar, film belleğinizde bulunsun.Hepimizin robot versiyonları olursa bir gün,bilgi için lazım olur.


10 Aralık 2009 Perşembe

Neşeli Hayat






Türk filmleri yarış halinde vizyona giriyor. Yeni ay için sinemaya gittiğimde dönen fragmanlardan ilki Cem Yılmaz’ın Yahşi Batı filmiydi. Belli, paralar harcanmış yine. set, dekor, kostümler üzerinde $ işaretleri var. Bu film de kesin izlenecek. Arkasından, Yılmaz Erdoğan’ın Neşeli Hayat fragmanı dönmeye başlıyor, bu nedir yahu neler oluyor, nasıl bir film demeye kalmadan, kesilmiş, kırpılmış sahneler silsilesi ile son buluyor. Hiç beğenilmedi bir kere bu fragman. Hiç komik değil bu film fısıltılarını duyuyorum sinemadan. Düşünüyorum da Yılmaz Erdoğan’dan ne bekliyorum ben? Tamam bu filmde BKM mutfak ekibi var, gülmeyi herkes umut ediyor ama öyle yerden yere atmayacağız kendimizi değil mi? Bir kere ben kesinlikle bir dokundurma bekliyorum yine kendi insanlığımızın içlerine doğru. Vizontele’de olduğu gibi yine gözlerim dolmuş gülümseyerek ekrana bakmak için gitmek lazım bu filme diyorum.


Maalesef, ilk seansa gidemedim, yorumlara kulak tıkamak bir derece kolay olsa da, okumadan edemiyorum ben bir türlü. Bir kaç yorum okudum, ister istemez birkaç izleyici yorumu duydum. Bileti almadan önceki son yorum bir arkadaşımdan geldi.”Sakın bilet alma, bu filmin çok kötü olduğunu söylemek resmen vatandaşlık görevi.”Böyle iddialı yorumlardan zaten hoşlanmam. Biraz burulsam da biletimi aldım. Yılmaz Erdoğan’ın hikâyesini izlemeye yola koyuldum.
Tam da beklediğim gibi, Ne kadar neşeli hayatlar var, biz hiç farkında bile değiliz. Yılmaz Erdoğan yeni yıl üzeri bu neşeli hayatlardan bir kesit atıverdi izleyicinin kucağına. BKM mutfak ekibinin ilk beyazperde macerası olarak beklenen filmi, komedi olmanın ötesine geçmiş gerçek bir dram aslında. Fakat bu filmde dram bizi çok üzmüyor, ağlatmıyor, sadece yalın bir hikâye, gerçek bir durumla karşımızda oyunculuğunun ustalık haliyle karşımızda Yılmaz Erdoğan var.”Bu kadar mı iyi oynanır?” cümlesi kim bilir kaç kez aklımdan geçerek izliyorum filmi. Yılmaz Erdoğan gerçekten filmde alkışı hak ediyor. BKM oyuncularını düşünürsek, Ersin’i hep aynı tekrar halleriyle itici ve abartılı bulduğum içindir ki, oyunculuğu konusunda yorum yapmayacağım, diğer ekip için ise sanki bu film biraz alıştırma olmuş. Filmin içine bu sevilen yüzleri serpiştirmek iyi fikir, fakat öyle harikalar yaratılacak rollerle karşımızda değiller. Tabi bütün bu söylediklerimden Büşra Pekin’i hariç tutuyorum, performans olarak diğerlerinden açık ara önde gidiyor. Türk sineması bir kadın karakter oyuncusu daha kazandı bence.
Yılmaz Erdoğan’ın hep düşündürmeye yönelik tarzı bu filmde de kendini fazlasıyla belli ediyor. Dramatik bir hayat kesiti içinde, durumun komedi kısmını bize daha çok karakterlerle yansıtmayı hakkıyla beceriyor Yılmaz Erdoğan. Teatral yapısı çok güçlü bu yapımdan keyif almak için aslında sinemaya gitmeden önce o filmden ne beklediğiniz çok önemli, eğer Yılmaz Erdoğan’ı bir komedyen olarak görüyorsanız, bu filmi beğenmeden sinemadan çıkma ihtimaliniz çok yüksek. Ama Vizontele’den beri Yılmaz Erdoğan’ın aslında hiç boş yere güldüren işlere imza atmayı sevmediğini farkındaysanız, izlediğiniz filmden gayet mutlu mesut bir şekilde evinize dönersiniz. Bu yazı da benim vatandaşlık görevim olsun 

25 Kasım 2009 Çarşamba

Alacakaranlık Efsanesi:Yeni Ay: Ne efsane ama!!!





Stephenie Meyer’in zengin hayal gücünü kaleme alıp, bir de bunu yayınlama cesaretini göstermesiyle, bir anda fenomen haline gelen alacakaranlık efsanesi o kadar çok sattı ki,

Haydi, bir de filmini çekip şansımızı deneyelim diyerek serinin ilk kitabı alacakaranlık film haline getirildi. Fazla para harcanmadan çok büyük izlenme oranı yakalayan ilk film bütün oyunculara şan, şöhret, fan clublar getirdi ve tabi serinin devam filmlerini çekmek kaçınılmaz oldu. Önce şunu bir kabul edelim, kitabı okuyan herkes çok sevdi. Dört kitabı yaklaşık iki hafta gibi kısa bir sürede okudum. Bir de hiç sevmeyenler var ki onlar bile başladıkları hikayeyi sinir de olsalar sonuna kadar okudular. İlk film izlendi, herkes” ehhh” dedi. Yine de sevdik bu filmi. Sonra geri sayım başladı, bütün alacakaranlık fanları yeni ay’ı beklemeye başladı.( Şimdi bütün bunların içinde başrol Robert Pattinson fanları da var. Sadece Robert’i izlemek adına film için sabırsızlananlar hiç de az değildi.)



20 Kasım 22.00 seansına biletler bir hafta öncesinden alındı. Çok kalabalık olacağına emindim ve nedense bütün salonu bayanların dolduracağını düşünüyordum(çünkü Film vizyona girmeden önce ön gösterimlerde, dizi dizi fragmanlarda bu bölümün esas oğlanı olan Jacob’un kaslı vücudu ve Edward’ın gömlek atma sahnesi gözümüze,gözümüze yüzlerce kere sokuldu  ) ama durum farklı salonda erkek nüfusu da var, ayrıca yaş ortalaması sandığım kadar küçük değil, bu aşk hikâyesi her yaştan takipçi bulmuşa benziyor.

İşte beklenen an filmimiz beyaz perdede. Şimdi alacakaranlığın kötü çekimi ve başarısız efektlerine rağmen bu kadar tutmasından sonra, bu film için para harcanır ve doğru yerlere harcanır diye düşünüyordum, ama kötü makyajlar yine ilk sahnede gözüme batmaya başladı. Bu efsanenin, Romeo vampiri, gelmiş geçmiş en yakışıklı vampir unvanını elinde tutan Edward’a bir bakın,3 tane lensi üst üste takmışsınız gibi duran gözler, ruju fazla kaçmış dudaklar ve hep yanlış yönden kamera çekimi, neyse ki bu sefer yanaklar kızarmıyor.


Bu çocuk,her açıdan iyi kare vermiyor,böylesi mükemmel olması gereken bir varlığı ekrana aktarırken en güzel kareleri yakalamak lazımdı.Film paldır küldür başladı, paldır küldür devam ediyor,tabi bunu kitabı okuyanlar çok daha net fark ediyor. Her şeyi anlatmak mümkün değil ama her şeyi özetleyelim çabasına girmek de boş bence. Bela’nın yalnızlığının anlatıldığı bu bölümde, ilk filmde kafasını sürekli sallayıp bayık bayık bakan kızımızın oyunculuğuna şükreder durumdayız, çünkü başka oyuncu yok. İkinci film için 7 ay spor salonundan çıkmayan Tyler Laughner ‘in gerçekten çok başarılı olan fiziğini sergilemek için yönetmen çok uğraşmış.


Tişört çıkarma sahnesinde eminim bizim olduğumuz salondaki gibi gülüşme sesleri her salondan çıkmıştır.(Edward’ın yerinde olsam böyle kaslarını göstere göstere salınan kurt adamların olduğu filmde asla ve asla gömleğimi çıkarmazdım.)Öyleki Belamız da Jacob’un bu değişimden çokça etkileniyor ve Jacob’a meyletmeye başlıyor. Jacob’unki de öyle bir aşk ki Bela için kurt arkadaşıyla gözünü kırpmadan kavgaya tutuşuyor. Şükür ki bu sefer dijital efektler öyle komik, sıradan değil.






Görselliği kurguyu bir kenara bırakıp, hissettiklerimize bakarsak, yiğidi öldürüyoruz ama hakkını da verelim:

Filmde vampirlerimize bir bakın,zenginler,iyi giyimliler,aristokrat bir İngiliz ailesi tadındalar,hepsi ne kadar da kibar ve iyiler, az kalsın vampir olduklarını unutuyoruz.Kurt adamlar ise ortalıkta yarı çıplak gezinen kaba sokak çocukları,dikkat ettiyseniz seçim yapmaya zorlanıyoruz,az kalsın Jacob’a aşık olacak diye hangimiz Bella’ya kızmadı?Hepimiz Vampirciyiz bu filmde.Bu seçimi yaptırabilmek adına kitaptaki anlatım iyi benimsenmiş,.Sonlara doğru temponun artmasıyla ,hikayedeki yeni Vampirlerimiz Volturilerin ortaya çıkması filan biraz içimize su serpti.Oyuncu seçimi olarak Volturiler hayal edilene yakın olmuş,en azından Aro. asırlardır yaşayan bir Vampir anca bu kadar deli bakabilirdi. Edward’ın dayak yediği sahneler, mermerlerin kırılışı kitapta o sert heykelsi imajı biraz da olsa anlatıyor, ama tüm bu iyi gitmeye başlayan şeylerden sonra Alice’in Aro’ya gösterdiği Bella’nın vampir olduğu sahneyle birlikte yine kopup gülmeye başladık değil mi?. O nasıl yaratıcılıktan uzak bir hayaldir, nasıl bir vampir olmak o öyle? İngiliz köylüsü tadında giydirilmiş iki aşk böceği vampir, Yeşilçam filmlerindeki gibi koşturuyor. Böyle kopuk, kopuk, uzatılmış dizi ya da animasyon tadında sadece ve sadece şöhretinin pastasını yiyecek bir film var karşımızda. Eminim bu kitapları bir çırpıda okuyup hikâyeyi çok da seven herkes bu filmden çıktığında kötü olduğunun hayal kırıklığını yaşayacak. Her devam filminde olduğu gibi bu da ilkini arattı yani. Ama Stephenie öyle acemice ama içten yazmış ki, ne olursa olsun bu seri izlenecek, bu oyuncular çok çok ünlü olacak.

9 Kasım 2009 Pazartesi

District-9 (Yasak Bölge 9 )


Yasak Bölge 9, 6 kasımda ülkemizde vizyona giriyor.Vizyon tarihinden önce filmi izleme fırsatım oldu.Bence Cuma akşamı sinemaya gidin ve filmi vizyona girer girmez izleyin.Filmi izledikten sonra yaptığım ilk şey yönetmen Neill Bloomkamp hakkında bilgi edinmek oldu.Aynı zamanda filmin senaristliğinde de parmağı olan Bloomkamp,!979 Güney Africa doğumlu, genç bir yönetmen.Filmin de Johannesburg Güney Africa da çekilme sebebi tesadüf değil tabi ki.
Özetle film,Güney afrika’ya inmek zorunda kalan bir uzay gemisinden çıkan uzaylılar için bir bölge tahsil etmiş hükümetin,20 yıl sonra yine bu uzaylıları bu bölgeden başka bir bölgeye tahliyesini anlatıyor ve bu tahliyede çok saf çok sevgi dolu ama aynı zamanda da o kadar ırkçı Wikus Van De Merwe’nin tahliye görevinde başına gelenleri konu alıyor.Belgesel kıvamında başlayan sahnelerle ilk etapta ne oluyor şimdi? Sorusunu kendinize sorarken bu anlatımla aslında çok da acayip bir şey olan koca bir uzaygemisi dolusu uzaylının kötü yaşam şartlarına üzülmeye başlıyorsunuz bile.Güney Afrika konusunda biraz bilgi sahibiyseniz aklınız hemen oradaki yerli halkın kötü yaşam koşulları,Nijeryalı çetelerin kötü hayatlarıyla senkronize oluyor.Zamanında yerli halkın da böyle bölgelerde izole edildiğine bir gönderme mi bu şimdi diye düşünüyorsunuz?Bence öyle ve bunu çok yaratıcı anlatıyorlar.Yani kısacası ,aslında sıkı bir bilimkurguyu sosyal sorunlarla çevreliyor,Neill Bloomkamp.




Wikus Van De Merwe roluyle karşımıza çıkan aktör Sharlto Copley,oyunculuğuyla göz dolduruyor.Tahliye sırasında karides diye adlandırdıkları uzaylılarla(burada parantez acmak istiyorum öyle klasik alien görüntüsünde kafamıza kazınmış bir uzaylı tiplemesi ile karşılaşmıyoruz alabildiğine ürkünç oyuncaklı değişik bir tiple karşılaşacaksınız)sözüm ona medenice anlaşmak adına MNU (mutlinational United) ‘yu temsilen bölgeye giren Wikus,bir uzaylı sıvısına maruz kalarak değişim geçirmeye başlıyor.Aktör bu değişim aşamasında öyle güzel oynamış ki,onun korkularını aynı bedeninizde hissediyorsunuz.Bundan sonra MNU adına çalışan aynı zamanda kayınpederi de aynı oluşumda üst düzey yönetici olan Wikus’un klasik Amerikan politikasıyla nasıl karşılandığını ve saniyede işlemeye başlayan o kirli çarkı bilim kurgu ile harmanlayan film,eleştirileri çok sert ama çok sanatsal yüzlere çarpıyor.Sevgi dolu olması ,Irkçı olmasını engellemeyen Wikus ,karideslere dönüşmeye başladığında onların içinde yaşamaya başladığında,aldatıldığında neler hissediyor yüzünden okuyabiliyorsunuz.

Bilim Kurgu izleyeceğim diye ekran karşısına oturup,hiç de hayal kırıklığına uğramadan sisteme çok ince ince dokunduran bir film izliyorsunuz.



12 Ekim 2009 Pazartesi

"Güneşi Gördüm" Oscar yolunda!




Güneşi Gördüm bu sene Türkiye’den en iyi yabancı film dalında Oscar’a aday adayı seçildi. Issız Adam, Sonbahar, Karanlıktakiler’i eleyip Derviş Zaim’in Nokta filmini de bir oy farkıyla geçerek seçilen film için şüphesiz ki bu kayda değer bir başarı gibi gözüküyor. Şahsi olarak ilk etapta Mahsun Kırmızıgül’e gerek yaptığı müzik gerekse çizgi açısından ilgi alanımın oldukça dışında olduğu için, önyargılı yaklaşıp filmi vizyona girdiği tarihten epey sonra izledim.(Zira Beyaz Melek benim için vasatın bir parmak üzerinde bir film olarak kalmıştı.) Öncelikle Türkiye’de biz böyle şeylere alışkın değiliz, Sinema kitap tv böyle sosyal içeriklerle uğraşsın, insani şeyler yansıtsın, eleştirsin, bize göre değil, yapmayız, yapanı da öyle çok izlemeyiz. Ama Mahsun, Türkiye’nin her zaman çok tartışılmış ve çok hassas bir noktasına olan doğu ve terör konusuna değiniyor.(fakat bunu hiç politize etmeden anlatmaya özen gösteriyor, çok da başarılı bir şekilde kimseyi rahatsız etmeden yapıyor bunu).Kendini milyonlara izletiyor, filmi “ I saw the sun” adıyla yurtdışında da gösterime giriyor.


Şimdi bu filmin Oscar aday adayı olmasına şaşırmalı mıyız? Evet, bence şaşırmalıyız. Oscar’ı hiçbir zaman çok önemli bulmasak da, yabancı film dalında yarışan filmler ve ödül alanlar benim fikrimce her zaman çok iyi yapımlar olmuştur. Akademi taraflı seçimler yapma eğiliminde olsa da her zaman filmin hikâyesi çok önemlidir. Güneş’i Gördüm de çok gerçek şeyler anlatılıyor aslında. Hikâye’nin geneli çok başarılı da olsa çok iç içe geçmiş, çok ağır dramlar silsilesi içinde oradan oraya koşuyor film. Filmde özetle, terör yüzünden köylerini boşaltıp doğudan göç eden kalabalık bir ailenin dramı anlatılıyor ama bu dram aileden çıkıp kişisel bazlara iniyor ve tek tek herkesin başına gelen felaketler silsilesine dönüşüyor. Bütün bunları izlerken üzerine bir de terör gerçeği, eşcinselliğe toplumun bakış açısı, doğudaki şartlar, ülkedeki şartlar en çok da çocukların geleceği gibi birçok sosyal mesaj veriyoruz. Güneşi Gördüm ‘de kaç tane hikâye dinliyoruz? Mahsun, kısa zamanda çok şeyler anlatmaya çalışıyor haklı da, siz de böyle ince telden bir film yapsanız bildiklerinizin çoğunu anlatmak istemez misiniz? Film asla kötü bir film değil, aksine ben önyargılarımdan utanarak izledim. Çoğu yerde kamerada harikalar izledim, masal gibi replikler duydum, sağlam oyuncu kadrosu sahneye çıktıkça, çıktı, gözlerim ıslanarak izledim. Ama film Akademi yapısına uygun değil. Bence seçici kurul kararında, bu sefer de bunu deneyelim gibi bir durum sezmemek elde değil (şu da bir gerçek ki adaylardan bir tek Nokta filmin karşısında durabildi. Issız Adamı mı alkışlayacaktık, henüz vizyona giren Karanlıktakileri kimsecikler bilmeden mi gönderecektik) Filmin konusu itibariyle Kürt açılımının çok tartışıldığı şu günlerde seçilmesi ise tesadüf müdür? Bana kalırsa gerçekten tesadüf ama eminim ki bu tesadüf konusunda da çok yazılıp çiziliyor. Filmin adaylık yolu açık olsun. Sonuç nasıl olursa olsun, özverisi, inancı ve başarısından dolayı Mahsun Kırmızıgül’e tebrikler.

7 Ekim 2009 Çarşamba

Sonbaharda sinema : Filmekimi



17–25 Ekim tarihleri arasında, sinemaseverler sezonu Filmekimiyle açıyor.Programda yine övgüye değer başarılı filmler yer alıyor.Yoğun ilgiden ötürü 9 güne uzatıldı.17–25 Ekim tarihleri arasında Emek sinemasında ve 23–23–25 Ekim tarihlerinde cinebonus Maçka Gmall sinemasında filmler izleyici ile buluşacak.Tüm hafta içi gündüz seanslarının 3,5 TL ye satıldığı etkinlikte,21:30 seanslarında Türkiye’de vizyona girmeye hazırlanan filmlerin ilk gösterimleri yapılacak.Bu seansların fiyatları ise 15 TL.Diğer akşam ve hafta sonu seans fiyatları ise 12 TL den satılıyor.
Detaylı bilgiyi http://www.iksv.org/filmekimi_2009/ adresinden alabileceğiniz festivalin filmlerine şöyle kısaca bir göz atalım.


23 filmin gösterileceği festivalde Amerikan sinemasına ait 7 film,İngiliz sinemasına ait 5 film, Avrupa sinemasından 7 film,Uzakdoğu sinemasından 2 film ve diğer ülkelerden 1 film yer alıyor.Gösterime girecek 23 filmde izlenmeli fakat hepsine ayıracak vakit bulmak tabi ki çok zor.İlk etapta izleme planı yaptığım filmleri şöyle bir sıraladım.

Kapitalizm: Bir aşk hikâyesi(Capitalism-A Love Story)-Michael Moore: Her filminin izlenmesi gerektiğini düşündüğüm ABD’nin çıkıntı yönetmeni, aykırı insan Michael Moore, kapitalizm! le düpedüz savaşıyor. Global iflas günlerinde izlenesi bir film.
9-Shane Acker: Animasyon severler için süper bir seçim. Yapımcı koltuğunda da Tim Burton var, yani film +13 etiketli bu beklentileri daha da artırıyor.
Kan Arzusu-(thirst)-Park Chan-Wook: Uzakdoğu sinemasında İntikam üçlemesiyle efsane olmuş yönetmenden gerçek bir vampir filmi izlemek hiç fena olmayacak.

Dönüşüm (Ne te retourne pas) - Marina de Van: Sophie Marceau ve Monica Bellucci ‘yi izlemek adına bu Avrupa yapımının favorilerden olacağı kuşkusuz.

Gel Porno Çevirelim (Humpday) - Lynn Shelton: Porno üzerine çekilen komedi filmlerinden. Film üzerine internet üzerinde övgüler dolaşmakta, eğlenceli olabilir.

Kim, Kiminle, Nerede (Whatever Works) – Woody Allen: Kronik woddy Allen hayranları biletlerinizi alın.

Zamanın Tozu (Skoni Tou Chronou) - Theo Angelopoulos: Usta yönetmeni izlemesi zordur. Filmi kendini vererek izlemek ister. Ustanın 20.yüzyıl filmlerinden ikincisi. Kaçırmamak lazım diye düşünüyorum. Bu filmin gala gösterimi de var.

Beyaz Bant (Das weiße Band) - Michael Haneke: Haneke her zaman Burjuvaziye karşıt duruşu ile sinemanın aykırı yönetmenlerinden olmuştur. Cannes ödüllü bu film benim kesinlikle izleyeceklerim arasında.

4 Ekim 2009 Pazar

The Number 23 (23 Numara)


Sayıların filme konu olduğu çok yaygın bir durum değil fakat genelde böyle bir durum varsa paranoya ya hazır olun.Bunu Pi’yi izlemiş herkes bilir.Pi bugüne kadar çekilmiş en paranoyak filmlerin başında geliyor kuşkusuz.Bu kez kendi halinde cok iddiasız bir sayı gibi duran 23 ile karşımızda başka bir sayı paranoyası var.filme geçmeden once herkesin ilk merak ettiği şeyi bir soralım?Peki nedir bu 23’ün filme konu olacak kadar bilmediğimiz yanları?

Filmin esin kaynağı olan 23 sayısı hayatın birçok alanında kendini gösteriyor. 23 sayısı birçok gizemli tesadüfte saklı ancak sadece onu fark edebilen görüyor. "23 muamması" tüm olayların doğrudan 23 sayısıyla ilişkili olduğu inancını kapsıyor.
Yazar William S. Burroughs'un keşfettiği bu muamma bazıları için iyiye işaret, diğerleri için ise bir felaket simgesi.
Yazarın hikayesi şöyle başlıyor:
Burroughs, Fas'ın Tanca şehrindeyken İspanya'ya giden bir geminin kaptanı olan Clark'la tanışır. Bir gün Clark, Burroughs'a 23 yıldır kazasız gidip geldiğini anlatır. Ve o gün gemisi batar... O gece Burroughs radyoda New York'tan Miami'ye giden 23 sefer sayılı uçağın düştüğünü duyar. Pilotun adı da geminin kaptanı gibi Clark'tır.
Burroughs bu olaylardan sonra 23 sayısıyla ilgili kayıtlar tutmaya başladı. Dutch Schultz hakkında yazarken fark eder ki gangster 23 Ekim 1935'te düzenlenen bir suikastin ardından ölmüştür.
23 Ekim'den söz açılmışken... 16'ncı yüzyılda yaşayan Başpiskopos James Ussher dünyanın MÖ 23 Ekim 4004'te yaratıldığını iddia ederken Mayalıların dünyanın sonu olarak verdiği tarih 23 Aralık 2012 idi.
Eski kehanet yöntemi I Ching'deki 23'üncü altıgen "ayrılmak", telegraf şifresindeki 23 "hattı kes" anlamına geliyor. İngiliz astrolog, yazar ve ressam Aleister Crowley 23 sayısının "ayrılık, neşe ve hayat" anlamına geldiğini söylemişti.
"23 muamması"na şüpheyle bakanlar da yok değil. Onlar bu tesadüfleri tek bir sayıya odaklanmaya bağlıyor. Bu doğru olabilir ama bazıları bu 23'lerle eğleniyor, bu uyumdan zevk alıyorlar. Bu arada diğerleri için 23 sayısı hayatı oldukça zorlaştırıyor.
Genesis P. Orridge (kurduğu müzik grubu Psychic TV 23 ay boyunca her ayın 23'ünde albüm çıkarmaya niyetlendi, 17'inci nedense sonuncu oldu) başka bir İngiliz müzik grubu olan Cabaret Voltaire'in elemanlarına bu muammadan bahsetti. İlgilenseler de şüpheyle yaklaştılar. İki gün sonra Genesis'i aradılar:
"Seni serseri! Üç konser vermek için Hollanda'ya geldik. Oteldeki oda numaramız 23 ve ayın 23'ündeki konser bir felaketti. Döndüğümüz her yerde 23'ü görüyoruz. Ne yaptın sen?"
Genesis'in cevabı "Fark etmeye başlayacağınızı söylemiştim" oldu.
Fakat söyle bir düşünmeye başlayınca bir çok alanda 23’e rastlıyoruz:

Bilim
Her ebeveyn çocuğunun DNA'sına 23 kromozom verir.
Kanın tüm vücuttaki dolaşımını tamamlaması 23 saniye sürer.
Dünyanın ekseni yaklaşık 23,5 derecedir.
Neptün gezegeni 23 Eylül 1846'da keşfedildi.

Spor
Birçok sporcu Michael Jordan'a ithafen ya da onun gibi olmak için 23 numaralı forma giyiyor. Buna iki örnek İngiliz futbolcular David Beckham ve Sol Campbell.
Manchester City futbol kulübü 2003 yılından beri hiçbir oyuncusuna 23 numaralı forma giydirmiyor. Bunun nedeni 26 Haziran 2003'te oynarken ölen Marc-Vivien Foe'nun forma numarasının 23 olması.
NBA'in Cleveland Cavaliers takımında oynayan LeBron James'in forma numarası 23'tür.
"Family Guy"ın bir bölümünde Peter'ın bahis kuponunda 23 sayısı yer alır.
"Lost"ta düşen uçağın kuyruk kısmından kurtulan yolcu sayısı 23 idi. Rose ve doktor Jack uçakta 23'üncü sırada oturuyorlardı. Filmin ana karakterlerinden Kate'i yakalayana 23 bin dolar ödül vardı. Ve dizide sıklıkla karşımıza çıkan şifrede 23 sayısı yer alır.
"Heroes" dizisindeki karakterlerden biri 23 numaralı otel odasında kalır.

Sinema
"Matrix Reloaded"daki açılış şifresinde son ve en önemli sayı 23'tür. Ayrıca Architect, Neo'ya son görevi olan Zion'u yeniden inşa etmesi için "Matrix'ten 23 kişi seçmesi gerektiğini" söyler.
"Beşinci Güç"te (Fifth Element) hikaye 23'üncü yüzyılda, 2263'te geçiyor.
"Con Air"de 23 tecavüzden suçlanan adam "Johnny 23" adını alıyor.
Pedro Almodovar'ın "Konuş Onunla" filminde komadaki kadın Alicia geçmişte yaşadığı binanın kapı numarası 23'tür.
Robbin Williams'ın rol aldığı "Baskı"da (One Hour Photo) süpermarketteki dijital sayaçta ve bir karakterin tişörtünün üzerinde 23 sayısı görülür.
"Büyük Lebowski"de Ahbap ve arkadaşları hep 23'üncü caddede oynuyor.
"Bıçak Sırtı"nda (Blade Runner) Dünya'ya kaçan 23 kişi öldürülür.
"Kabus Gecesi" (Jeepers Creepers) filmlerinde şeytan karakteri 23 yılda bir 23 günlüğüne insanları yemeğe gelir.
"Prestij"de Christian Bale'in karakteri Alfred Borden hapishanedeyken 23D hücresinde kalır.
Matematik
Roma rakamlarınde 23, XXIII şeklinde yazılır: İki "X" ve üç "I".
Eğer 1 sayısı dikkate alınmazsa tam sayılar 2 ve 3 toplama yoluyla başka bir tam sayı oluşturmak için yeterli en küçük sayılardır. (örn: 13= 2 + 2 + 2 + 2 + 2 + 3)
Pi sayısının (3,14159) ilk altı basamağının toplamı 23'tür.
Olasılık teorisinde, doğum günü paradoksu şöyle geçer: Rastgele seçilmiş 23 kişi arasında, en azından iki kişinin doğum günlerinin aynı olma olasılığı yüzde 50'nin üzerindedir.

Doğanlar ve ölenler
Bazı kaynaklara göre William Shakespeare 23 Nisan 1564'te doğdu ve 23 Nisan 1616'da öldü.
Oyuncu River Phoenix 23 Ağustos 1970'te doğdu. 1993'te Cadılar Bayramı'nda 23 yaşında öldü.
Jül Sezar suikasta uğradığında 23 kez bıçaklandı.
Alman bilgisayar korsanı ve Trojan virüsünün kaşifi Karl Koch 23 Mayıs'ta öldü. İntihar ettiği ve bu tarihi bilinçli olarak seçtiği tahmin ediliyor.

Kültür
Beatles'ın en son kaydedilen albümünün son şarkısı "Her Majesty" 23 saniye sürüyor.
Prince'in "Gett Off" adlı şarkısında şu sözler yer alıyor: "Twenty-three positions in a one-night stand" (Tek gecelik ilişkide yirmi üç pozisyon).
Alternatif rock grubu Jimmy Eat World'ün 2004 yılında çıkan albümü "Futures"daki son şarkının adı "23" ve şarkının süresi yedi dakika 23 saniye.
Latin alfabesinin 23'üncü harfi olan W'nun iki ucu aşağı, üç ucu yukarı bakar.
X-23 (Laura X olarak bilinen Laura Kinney) çizgi roman "X-Men"den hayali bir karakterdir. 23 numaralı deneyden adını alan X-23 Wolverine'in bir klonudur.
Din
Kuran'ın Hz. Muhammed'e indirilmesi 23 yıl sürdü.
Bir inanca göre Adem ve Havva'nın 23 kızı vardı.


Bu kadar 23 bulduktan sonra 23 numara filminin yapılmasına hiç de şaşırmamak gerekir.

Film özetle şöyle:



Çocuğu ve karısıyla beraber gayet sıradan bir hayat süren ,hayvan toplayıcısı Walter Sparrow(Jim Carrey) eline geçen 23 numara isimli kitapla kendini bir anda paranoyak bir durumun içerisinde buluyor.Jim Carrey’i zaman zaman da olsa komedi dışı türlerde görüyoruz ama hiç bu kadar mistik ve paranoyak bir Jim Carrey izlememiştim.Bence olmuş, Carrey’e yakışmış.Kayıp kişilikli katil rolünün altından kalkacak kadar deneyim ve yetenek sahibi olduğunu göstermiş.Ayrıca yaşıma rağmen fiziğim de gayet yerinde ,sevişme sahnesi de çekerim yarı çıplak kamera karşısında salınırım da demiş.Hiç kötü de olmamış.Filmin 23 lü kısmına göz atacak olursak eski püskü bir kitapla başlayan 23 serüveninde 23 sayısını bulmak adına yapılan hesaplar her hangi bir formüle dayanmadığı gibi 32 bulup tersi 23 gibi repliklerle çoğu zaman kafamı karıştırdı.


Filmin enterasan yanı ise filmdeki hemen hemen bütün karakterlerin,kitaptaki kahramanlarla harmanlanmasıydı.Walter Sparrow’un günlük hayatındaki insanların kitap kahramanları olarak karşımıza çıkması yerinde ve başarılı olmuş.Kitabın konusunu daha etkili ve cazibeli hale getirmiş.Bir sure sonra filmde ürkmeye,gerilmeye başlıyorsunuz.23'ler havada uçuştukça beyninizden kendi 23'lerinizi arama sinyalleri gelmeye başlıyor.Walter’in paranoyası odayı dolduruyor.Finalde ise ince işlenmiş flash backler,yerinde bir son var.(en sondaki katil bile olursanız olun her zaman doğruyu yapmalısınız mesajını,sevimli mutlu aile tablosunu saymazsak)

Her zaman işlenen konuların dışında ,bir rakamın etrafında dönen keyifli bir yapıttan çok da öte olmasa da , film bir kere isim ve konu itibari ile çekici,bu çekiciliğe kapılıp filmi izleyince tüh be denecek türden hayal kırıklıkları yok.Vaktinizi ayırın bir göz atın.

Uyarı:
Fakat kitabın girişinde de dediği gibi ,sakın kendinizi kitaptaki kahramanların yerine koymaya kalkmayın.
Film bittiğinde kendimi doğum tarihimi toplarken buldum:

10+5+8+0= 23
Evlilik yıldönümüm= 23 haziran
diye düşünürken koltukta uyuyakalıyorum.Gözümü açıyorum saat 23:23

23 Eylül 2009 Çarşamba

Alacakaranlık:Vampirler geri döndü!

Aman Tanrım!!! Vampirler hortladı.(Vampirler için hortlamak kelimesi çok doğru bir tanım olmasa da :) durumu özetleyen en iyi cümle bu maalesef ) Her zaman beyazperdenin en karizmatik, en özenilesi korku karakterleri vampirler olmuştur.                                 



Nosferatu,Vampir filmlerinin en iyilerinden biri olmasının yanında,korku filmleri içinde de hatırı sayılır bir değere sahip.




1922 yılında çekilen Nosferatu tarihte bilinen ilk Vampir filmidir. Film Bram Stoker’in özgün bir uyarlaması olduğu halde kaynak belli etmemek adına Nosferatu ismi kullanılmıştır.1930'da Dracula olarak filmi yapılan, Bram Stoker’in Kont Drakula’sı, gelmiş geçmiş en karizmatik korku fenomenlerindendir. Coppola'nın Draculası da korku klasikleri arasındadır.Ann Rice romanından uyarlama olan Vampirle Görüşme’de acımasız ve bencil Lestat(Tom Cruise), yalnız ve vicdanlı Louis(Brad Pitt),Aristokrat Armand(Antonio Banderas) vampir karizmasını göklere çıkartıyorlardı.Vampir avcısı, iyi kalpli yarı vampir Blade karakteri ile
konu alt dallara ayrılmaya başlasa da filmde tüylerimizi kaldıran Frost gibi acımazsız vampirler bolca vardı.Çok uzun yıllardır, korku ve acımasızlık sembolu olmuş vampir karakteri, bu kez karşımıza Alacakaranlık serisi ile çok güçlü bir aşk hikâyesinin, iflah olmaz Romeosu “Edward Cullen “ olarak çıkıyor. Kitabın çığ gibi büyüyen okuyucu kitlesinin yanına kötü de olsa serinin ilk filmi Twilight(Alacakaranlık) çekilince, tam anlamıyla yer yerinden oynadı.






Vampirle Görüşme ünlü oyuncu kadrosuyla çok iddialı bir yapımdı.





İlk film biraz aceleye gelmiş ya da küçük bir bütçeyle çekilmiş olsa bile, Alacakaranlık fanları tüm dünyayı ışık hızıyla sardı. Tabi bu ilgiden memnun kalan yapımcı firma Summit Entertainment serinin ikinci filmi Yeni Ay’ı çekmek için kolları hemen sıvadı. Yeni Ay 20 Kasım 2009 ‘da tüm dünyada vizyona giriyor. Film vizyona girmeden trailerleri internette en çok tıklananlar arasında. Çekimler herkes tarafından yakından takip edildi. Kaçak fotoğraflar basına sızdırıldı. Nefesler tutuldu 20 Kasım bekleniyor.(Bu arada serinin üçüncü kitabı Tutulma’nın (Eclipse) çekimlerine başlandı bile.)




Peki, nedir bu kadar ilgiyle takip edilen? İzleyici yorumlarına göz atacak olursak seri konu olarak, genelde gençleri hedef alsa da,30 yaş üstü izleyiciler de nasibini almışa benziyor. Filmi izleyip kendini 20’li yaşlarda hissedenler, karakterlerin yerinde olmak isteyenler bağıra çağıra ilk filme alkış tutuyorlar. Bunda tabi oyuncu seçiminin çok büyük etkisi var. Filmdeki herkes tam bir ekran yüzü, güzellik, çekicilik, cazibe ön planda.(Oyuncuların bu kadar ilgi göreceği öngörülmüş müydü orası meçhul tabi. Duyumlara göre Alacakaranlık yönetmeni Catherine Hardwicke,Robert Pattinson’u Edward Cullen olarak seçtiğinde, Submit Entertainment buna şiddetle karşı çıkmış. Bu çocuğu nasıl o mükemmel yaratık haline getirecekleri konusunda bayağı tartışmışlar.)Edebiyat çevreleri tarafından eleştiri yağmuruna tutulan Stephanie Meyer bütün bunlara rağmen 4 kitapla hala çok satanlar arasında. Konunun çok içine girip mantık hatalarını aramadan, dışardan bir bakış atacak olursak, dört kitap boyunca genç bir kızın tutkulu aşk hikâyesi anlatılıyor. Bu aşk hikâyesinin esas oğlanı, burjuva ve eğitimli bir vampir ailesinin, yetenekli ve süper yakışıklı vampir oğulları olunca, hikâyenin içine biraz da modern kurt adam efsaneleri serpiştirince; aslında bu ilgiye çok da şaşırmamak lazım.
Alacakaranlık (Twilight) filmi ile ilgili düşüncelerimi daha önce sizlerle paylaşmıştım.(Filmler-yorumlar bölümünde bulabilirsiniz)Bu çılgınlığın yavaş yavaş kor haline gelmesini bekleyip öyle izlediğim filmden sonra baktım ki durum hiç de yatışacak gibi değil, kolları sıvayıp kitapları okudum.



Yeni Ay’da,Edward (Robert Pattinson) fanları tatmin olacak mı henüz bilmiyoruz ama ilk filmde minik, sevimli bir Kızılderili iken Yeni Ay’da sanki ölçeği büyültülmüş gibi karşımıza çıkan Jacob’un (Taylor Lautner) yeni yetme star kategorisine ekleneceğine kesin gözüyle bakılıyor. İlk filmin getirdiği şöhretten sonra riske atılacak bir durum kalmadığını anlayan yapımcılar da bu sefer kesenin ağzını açmışa benziyor. Gelen ilk görüntülerde özellikle makyajlar ve dijital efektler ilk filme göre bir hayli üst düzeyde. Uyarlamaya değinecek olursak, ilk çalışmada da uyarlama kötü değildi, bu kitap için de sahnede yeterince tatmin edici bölümler olacağını düşünüyorum. Tutulma daha aksiyonlu ve daha hareketli geçeceğe benzerken, kendi adıma Victoria karakterini oynayan” Rachelle Refevre”nin Tutulmada yer almayacak olmasına üzüldüm. Karakter için seçilen isim: Bryce Dallas Howard. Final kitabı Şafak Vakti’nin ise iki bölümde bile perdeye aktarılma durumu söz konusu. Yani bu Alacakaranlık efsanesi birkaç yıl daha bizlerle anlamına geliyor.


 
Bu kadar çok yankı uyandıran serinin ardından tüm yapımcılar da kolları sıvayıp, güncel vampir hikâyeleri avına cıktı bile. Vampir dünyasını daldığı uykudan uyandıran Stephenie Meyer’e teşekkürler. Sayesinde daha çok Vampir filmi izleyeceğiz gibi gözüküyor.

18 Eylül 2009 Cuma

ZOOM: Pedro Almodovar


1949 yılında La Mancha'nın İspanyol bölgesindeki küçük bir kasabada doğan Pedro Almodovar, İspanya’nın Luis Bunuel’den sonra uluslarası ünü olan yönetmenlerindendir. Sinema üzerine eğitim alamamış olmasına rağmen 70’li yıllarda Madrid’e giderek çalıştığı işlerden biriktirdiği parayla ilk kamerasını almış ve ağabeyi ile birlikte sinema üzerine çalışmaya başlamıştır. 1974’ten itibaren birçok film çeken Almodovar ilk kez 1993 yılında Kika adlı filmi ile dikkat çekmiş,1999 da çektiği “Annem Hakkında Her şey” (Todo Sobre Mi Madre) filmi ile ise, bütün dünyada üne kavuşmuştur.


Annem hakkında Her şey, kadınlara ve annelere ithaf edilmiş hüzünlü bir o kadar da keyifli bir yapımdır. Almodovar, kadınların iç dünyasına çıktığı yolculukta kimlikleri, tercihleri, sıra dışı hayatları bütün doğallığıyla perdeye aktarmıştır. Oğlu Esteban'ı bir araba kazası sonucunda kaybeden Manuela, oğlu hayatta iken, hiç görmediği babasının kimliğini sürekli saklı tutmuştur. Acısını dindirmek adına, Babasını görmeyi çok arzulayan oğlunun anısına Barselona'ya eski eşini aramaya giden Manuela, ona oğlunun ölmeden önceki son sözlerini söyleyecektir. Filmin genel özetine bakıldığında çok sade dramatik bir konu gibi gözükse de, açılımı çok şaşırtıcı, çok sürprizli ve aynı zamanda da sarsıcı bir film var karşımızda. Almodovar konuyu o kadar güzel işliyor ki bazen çok dramatik sahnelerde ağlayacakken hemen saniyesinde gülüyorsunuz, tüm film boyunca duygusal modunuzu yükseltiyor ve filmin sonundaki ithaf yazısını okuyunca ağlamaya başlıyorsunuz. Koca film boyunca aslında anlattığını bir cümleyle size özetliyor.

Bu filminden sonra yakın takibe aldığım yönetmeni, kadınların dünyasındaki bu yolculuğundan sonra bu kez izleyiciyi, erkeklerin dünyasına götürdüğü filmi Konuş Onunla’da ayakta alkışladık. Konuş Onunla, bitkisel hayattaki sevgililerinin başında adeta hastanede yaşayan iki adamın burada başlayan dostluğunu anlatıyor.”Annem hakkında her şey’de karşımıza kadın kokan, kadınsı bir senaryoyla karşımıza çıkan Almodovar, Bu filminde erkekleri de ne kadar yakından incelediğini hepimize gösteriyor. Yine çok sade çok olağan bir durum anlatımı olan filmde sürpriz gelişmelerin olmaması gibi bir durum söz konusu bile değil tabi…


Konuş Onunla Soundtrack de birçok eleştirmen tarafından övgü almış, müzik kültürünüzü bir adım öteye taşıyacak kadar iddialı müziklerle dolu.



Pedro Almodovar adına fikir edinebilmek için izlenmesi gereken üçüncü filmi ise kuşkusuz:
 “Kötü Eğitim” (La Mala Educacion)
 

1960’ların başında çok tutucu bir okulda aşkı,sinemayı ve korkuyu keşfeden iki arkadaşa, zaman zaman okulun müdürü de dâhil olur bu üçlünün 80’lerde tekrar kesişen hayatlarını anlatan film,konusu ve anlatımı gereği çok sert ve çok sarsıcı sahneler içeren,belirli çevreler tarafından eleştirilere maruz kalmış çok konuşulan bir film olmuştur.Çeşitli ödüller için 30 dalda adaylığı olan film, BAFTA dâhil olmak üzere 11 dalda ödül almıştır.
 
 




2007'de Penelope Cruz'a en iyi kadın oyuncu dalında adaylık getiren Volver (dönüş) ise bir başka Pedro Almodovar filmi,Pedro Almodovar'ın vazgeçemediği oyuncuların başında gelen Penelope Cruz,şüphesiz ki kariyerinin en sanatsal performanslarını Almodovar ile birlikte çekti.Volver de bir başka Almodovar görüyoruz,daha eğlenceli ,daha pozitif bir anlatımla aslında çok dramatik ve suç dolu bir filmi çoğu zaman kıkırdatarak izletiyor bize.Fantastik öğeler(aslında hiç de Almodovarcı bir davranış değil) sizi şaırtsa da filmin sonunda bütün neden niçinlerin cevabı size verildiğinde böyle ağzınız açık ekrana bakarken buluyorsunuz kendinizi.Bu filmin kısa özetini bile geçsek izleyeceğiniz şey çok farklı olacağından,bence hiç okumadan alın izleyin derim.Bu tarzı ,yönetmeni,İspanya havasını sevmeseniz bile Penelope gerek sahne yüzü gerek oyunculuğuyla izlenmeye değer.

28 Ağustos 2009 Cuma

Tim Burton'dan büyüklere masallar-Alice Harikalar Diyarında

Tim Burton sinema dünyasına gelmiş gelecek en yaratıcı yönetmenlerden birisi. Hiç sıradan bir denemesini hatırlamıyorum. Bettle Juice ile başlayan Tim Burton fanatikliğim, Edward Scissorshand ile devam etti. Batman serisi zaten fazlasıyla popüler yapımlar, onlar hakkında herkesin bir fikri vardır diye düşünüyorum. Tim Burton’un en belirgin seçimleri şüphesiz bugüne kadar filmlerinin çoğunda yer alan Johnny Depp ve Helena Bonham Carter. Johnny Depp’in ekran karizması ve uçlarda oyunculuğunu tartışmaya hiç gerek yok. Helena Bonham Carter ise hepimizin aklında eminim ki Fight Club’daki Marla Singer rolündeki müthiş performansıyla kalmıştır. Tim Burton’ın zengin hayal dünyası ve müthiş görsel efektlerini biraz daha yakından tanımak isterseniz, bence mutlaka filmlerinden bir kaçını izlemelisiniz.Türü içerisinde çok başarılı kabul edilen, tamamen minik oyuncaklar yaratılarak çekilmiş iki filmi, The nightmare before Christmas (noel öncesi kabusu)ve Corpse bride(ölü gelin) hayal zenginliğinizi yeniden sorgulamanıza yol açabilir J .Bu iki filmde çok özel teknikler kullanılmış. Yaratılan karakterler (ki bunlar Johnny Depp ve Helena Bonham Carter seslendirmeleriyle olağanüstü gerçeklik kazanıyorlar) minik oyuncaklar haline getirilip stop-motion denilen teknikle perdeye aktarılıyor. Tabiî ki animasyon teknikleri de kullanarak.



Corpse Bride karakterleri: hatta karakterlerin oluşturulmasında bile favori oyuncularının ifadeleri kullanılmış.





The Nightmare Before Christmas’ın başrol oyuncusu Jack Skellington.

Geçen sene bizi yine “Sweeney Todd: The Demon Barber of Fleet Street” filmiyle mest eden Tim Burton bu sefer Alice Harikalar Diyarında’yı sinemaya aktarıyor. Daha önce de çocuk hikâyelerinden Hansel ve Gratel ile Charlie ve çikolata fabrikasını bambaşka bir gözle sinemaya aktarmış ve bu cocuk hiyakeleri büyüklere nasıl izletilir göstermiştir.







Johnny Depp,Helena Bonham Carter ve Anne Hathaway

Alice Harikalar Diyarında’nın post production resimleri ve haberlerine bakılırsa film muhteşem olacağa benziyor. Alice Harikalar Diyarında daha önce çok kez sahneye aktarılmış. Eminim çocukken hepimiz mutlaka birkaçını izlemişizdir. Ama açıkçası ben bu unutmuş olduğum masalı Tim Burton’un hayal dünyasından izlemeyi iple çekiyorum. Film 5 Mayıs 2010 da Türkiye’de vizyona giriyor. Oyuncular arasında yine Johnny Depp ve Helena Bonham Carter var. Fotoğraflara bakılırsa görsel bir şölen bizi bekliyor.

18 Ağustos 2009 Salı

Pan'ın Labirenti(El Laberinto Del Fauna)



Canınız gerçekten değişik bir film izlemek istiyorsa Pan'ın Labirenti'ne mutlaka ulaşmalısınız. Özetle, film 1944'ün faşist İspanyası'nda sadist bir ordu mensubu olan üvey babasının korkunç hayatından uzaklaşmak için kendisine ürkütücü, bir o kadar da büyüleyici bir hayal dünyası yaratan minik Ofelia'nın hayatını anlatıyor.(üstelik annesi de hamile ve hasta) Ana kategori başlıklarından birine sokulacak olursa film ilk etapta fantastik bir film gibi dursa da, dramatik yönü çok kuvvetli, müthiş duygu yüklü bir film. İspanya 'nın o karanlık sivil savaş günlerinde yalnızlık ve sessizlik içindeki, on iki yaşında küçük bir kızın bütün masumiyeti ve hayal dünyası hiç abartılmadan, hiç sevimli hale getirilmeden, acındırılmadan perdede. Annesiyle birlikte yeni evlerinde yaşamaya başlayan Ofelia bu sıkıcı ve Filmin senaristi ve yönetmeni Guillermo Del Toro, Mexico’lu özgün bir yönetmen. Bu filminde de Hollywood desteğini geri çevirerek filmi İspanyolca çekmiş ve çok da iyi etmiş, dilin İspanyolca olması dönemin havasını çok daha hissedilir hale getirmiş. Dünyayı küçük hayalperest bir kızın gözünden izleme fırsatı buluyorsunuz. İçinde yaşadığı hayattan kurtuluş yolunu kendisine yeni bir dünya yaratmakta bulan küçük kız, o kadar değişik bir dünya sunuyor ki izleyicilere, bazen izlerken birden filmin akışı içinde bu düşünceler gerçekmiş gibi geliyor. Hayal dünyası ve gerçeklik arasında gidip geliyorsunuz. Küçük oyuncu Ivana Baquero -1994 doğumlu bir İspanyol, bana göre müthiş bir oyun çıkartmış,(bu filmiyle şimdiden altı tane ödülü çantasına koymuş) tüm masumiyetini bakışlarından akıtabiliyor. Bu çok yalnız kız çocuğunun sonuna öyle üzülüyorsunuz ki gözyaşlarınız sizi dinlemeden akmaya başlıyor. Teknik açıdan yaklaştığımızda ise görsel efektler gayet başarılı, makyaj süper; zaten film en iyi en iyi sanat yönetimi, en iyi kurgu ve en iyi makyaj dalında 2007 'de tam 3 tane Oscar kucaklamıştır. Ayrıca da fantastik bir film olarak en iyi yabancı film dalında Oscar'a aday gösterilen ilk fantastik film olma özelliğini de taşır. Bu filmi bence film arşivinize mutlaka eklemelisiniz.


12 Ağustos 2009 Çarşamba

81. Oscar Ödülleri




Şubat 2009’da 81.si dağıtılan Oscar ödülleri, her zaman eleştiri oklarına maruz kalıp, değerlendirmelerin altında hep bir şeyler aransa da, bütün sinemaseverler tarafından amansızca takip edilir. Ben de her sene adaylar açıklandıktan sonra takibe başlıyorum. Çoğu zaman Türkiye’de vizyona girmemiş filmleri takip etmek çok zor oluyor. Yorumları okumak, tahminler yapmak derken ertesi gün iş olacağı için sabahın 3’ünde başlayan töreni izleyemiyorum. Bu sene ödüller dağıtılmadan önce sadece bütün ödül adaylıklarında adı geçen beş filmi izleyebildim: Benjamin Button’un tuhaf hikâyesi, Güreşçi, Changelling, The Dark Night, Wall-e.Yine de bu yetersiz araştırmadan sonuca varabileceğim şeyler çıkardım. Bir kere en iyi animasyon Wall-E’nin olmalıydı. Diğer filmleri izlemeden böyle bir partizanlık doğru olmasa da film beni tam kalbimden vurdu. Akademi ‘de bu şeker filmi çok beğenmiş olmalı ki Oscarı teslim ettiler.

Bu sene için beni en merakta bırakan konu hep oyunculuğu yakışıklılığı ile örtülmüş Brad Pitt’in en iyi erkek oyuncuyu adaylığıydı. Yine David Fincher’la olan uyumlu çalışmasıyla acaba ödülü bu kez alabilecek miydi? Benjamin Button’un tuhaf hikâyesi gerçekçi ama fantastik yapısıyla hoş bir film olmuş.David fincher zaten benim favori listemde the Game ‘den beri üst sıralarda. Fakat bu film bence Brad Pitt’in en başarılı performanslarından birisi değil. Senelerdir görsel popülaritesi yüzünden verilmemiş adaylıkları ve ödülleri olduğunu düşünüyorum. Eğer Oscar alacaksa 12 Maymun( ki bu filmde yardımcı erkek oyuncu dalında hali hazırda adaydı) ve Fight Club ‘daki oyunculuklarında çoktan heykelciği evine götürmesi gerekirdi. Sanıyorum ki Akademi artık yaşı kemale erdi, Brad Pitt’i de göz ardı etmiyelim fikrindeydi. Erkek oyuncu dalındaki adaylardan bir de Mickey Rourke’u izleme fırsatı buldum. Güreşçi, çok sıradan bir konuyu dramatik bir şekilde işlemesi yönünden başarılı bir film olmuş. Mickey Rourke film için biçilmiş kaftan olmuş. Fiziksel olarak role çok oturmuş ama ben onun adaylığı için şöyle düşünüyorum: Akademi Mickey Rourke’un dönüşünü teşvik amaçlı aday listesinde ona yer verdi.(Ama açıkçası bu yüzden bile Oscar’ı kucaklayabilir diye düşünmedim değil).







MILK
Törenden sonra film festivalinde yakaladım tekrar.Bu seneki en iyi aktör kararı bence hedefi 12’den vuruyor.Sean Penn kusursuz bir oyun çıkarmış. Sean Penn’e gelmeden önce filmden biraz bahsetmeliyim. Biyografik bir film olarak Milk çok başarılı. Konu eşcinsel bir politikacının suikastından ibaret gözükse de ,Gus Van Sant, tarihi sanatla harmanlamış,hiç sıkılmadan bir sanat eseri izliyorsunuz.. Tarihsel anlatımı kuvvetlendirmek adına giren eski siyah beyaz ,soluk görüntüler çok yerli yerinde ,sonra filme dönüyorsunuz sanki aynı sahneleri renklendirmiş gibi,kostümler, mekanlar o kadar özveri ile düşünülüp uyarlanmış ki o döneme ait her kokuyu bile alabiliyorsunuz adeta.1970’lerin San Francisco’su karışınızda.Harvey Milk’in biyografisini bu kadar duygusal ve doğal sahneye aktarmada şüphesiz Sean Penn’in başarısı tartışılamaz.Eğer ki filmi ödüllerden önce izleseydim,Sean Penn’in Oscar’ı alacağına bahse girerdim.Harvey Milk’in o kırılgan ama mücadeleci, özgürlükçü tavrını o kadar iyi yansıtmış ki ;eşcinsellik gibi hala tartışılan bir konu tüm doğallığı ile sahneye aktarmış,Bu filmde aşkı,hırsları,politikayı derinden hissediyorsunuz.Bu film insanlar için yapılmış,amaçlar ,propongadalar ya da politika için değil.Harvey Milk’in tüm çabasının aslında özgürlük olduğu çok doğru vurgulanmış.Filmde dikkat çeken bir başka oyunculuksa şüphesiz Emile Hirsch’e ait.Into the wild’daki performansı ile akıllarda kalan aktör bu filmdeki performansı ile yardımcı erkek oyuncu dalında aday gösterilen Josh Brolin’den çok daha iyiydi.Eğer Milk’i benim kadar beğenerek izlediyseniz Rob Epstein yapımı “The Times of Harvey Milk “ belgesel filmi ile şölene devam etmenizi tavsiye ederim.Bu belgesel bence Harvey Milk üzerine çekilmiş en iyi dökümantasyon olsa da ,Gus Van Sant ona saniyeden bile daha fazla yaklaşmış.






4 Ağustos 2009 Salı

Little Ashes


Little Ashes’i vakit kaybetmeden izledim.Film kurgu olarak başarılı ve abartısız.Etkileyici taraflara başlamadan oyuncu seçiminden bahsetmek istiyorum.Beni bu filmi izlemeye iten en önemli sebep tabi ki Dali’nin tarzı gibi gerçeküstü hayatının bir kesitinin nasıl perdeye aktarıldığı konusundaki meraktı.Açıkçası karşımda çok Dali bir oyuncu bekliyorum.Aman tanrım Salvador Dali’yi Hollywood’un yeni jönü Robert Pattinson oynuyor, ilk sahnede hayal kırıklığı (ilerleyen sahnelerde meşhur dali bıyığından başka herhangi bir makyaj efekti de kullanılmadan bildiğimiz Robert Pattinson) açıkçası Robert Pattinsonu sadece Twilight ta izledim ve popularitesinden ötürü kendisinden haberdarım.Twilight’ta öyle döktürülecek bir oyunculuk
Çok zor bir karakter yoktu zaten.Dali’yi nasıl oynar bu çocuk diye düşünmeden edemedim.
Ama şunu söyleyebilirim ki oyunculuk adına Robert Pattinson gelecek vaad ediyor.Bazı altından kalkılması zor ,cüretkar sahnelerde o kadar iyiydi ki sahnenin gerçekliğinden ben bile rahatsız oldum.Dali’nin o limitsiz ,anarşist tavırlarını çok iyi yansıtabilmiş.Ayrıca bu kadar genç ve bu kadar kariyerinin başındayken böyle eşcinsel sahneler içeren bir filmde oynaması da çok cesurca.Film bittikten sonra bu seçimin tek handikapının Robert Pattinson’un bu rol için çok genç olması olabileceğine karar verdim.(ya da belki de Ispanyol asıllı bir aktor seçilebilirdi,film dili Ispanyolca olabilirdi.) Federico Garcia Lorca ‘ya gelince Javier Beltran bence mükemmel bir seçim olmuş,çok iyi bir oyun çıkartmış o kadar ki ,hayal kırklığını,aşkını, Ispanya sevgisini ,özgürlük mücadelesini,sevgisini öyle bir aktarıyor ki replikler zayıf olsa da (1920lerde geçen sıra dışı sanatçıların yaşamlarını kesit alan bir filmde daha ağdalı daha ağır bir dil bekliyordum.) müthiş bir şekilde seyirciye aktarıyor ve çok seviyorsunuz Federico Garcia Lorca’yı. Film Salvador Dali'nin karmaşık yaşantısında Federico Garcia Lorca ve Luois Brunel ile ilişkileri üzerine dönüyor.Tarih ve sanat kitaplarında Dali'nin bu ilişkisinden çok derinlemesine bahsedilmez .Çeşitli sergilerinde ve bazı kaynaklarda bu ikilinin sanatsal ilişkisi hakkında bazı şeyler okumuştum.Fakat Garcia Lorca ve Salvador Dali arasındaki bu duygusal ilişkinin Dali'nin sanatsal hayatını nasıl etkilediğini filmde anladım.Bu iki sanatçı arasındaki yoğun duygusallık çok çarpıcı sahnelerle perdeye aktarılmış.Çok cesur,çok gerçek sahneler var.(zaten Dali 'yi konu alan bir film yapıyorsanız bence sarsıcılık çok önemli ) Film arasına serpiştirilmiş siyah beyaz İspanya zamanları 1920'li dönemlerin sıkıntılarını özetlemek adına başarılı,ama filmden önce o dönem İspanyası'nda yaşananlarla ilgili bilgi edinmek de fayda var.Başta da bahsettiğim gibi filmde hissedilen en zayıf yan filmin dili ve kullanılan repliklerin çok da şiirsel olmayışı.(bir açıdan da zaten herkes tarafından takip edilmeyen sanatsal konuları daha anlaşılır hale getirmek için aslında doğru bir yaklaşım)Tabi ki filmi İngilizce izlemek anlamak açısından çok büyük kolaylık ama yine de Dali'yi kendi dilinde seyretmek daha büyüleyici olur diye düşünüyorum.


1 Ağustos 2009 Cumartesi

ZOOM:Salvador Dali

Önce çok biyografik olarak Dali 'nin hayatı için kısa bir özet geçelim bence...

Dalí 11 mayıs 1904'te, İspanya'nın Katalonya bölgesinde bulunan Figueres kentinde, Salvador Dalí i Cusí ve Felipa Domenech Ferres çiftinin ikinci çocuğu olarak dünyaya geldi. Çiftin 1901 doğumlu ilk çocuğu, Dalí'nin doğumundan tam dokuz ay on gün önce (1 Ağustos 1903'te) sindirim yolu iltihabından ölmüş, onun ismi olan Salvador da ikinci çocuğa geçmişti. İlk çocuklarının küçük yaşta ölmesini bir türlü kabullenemeyen Dalí çifti, küçük Dalí'nin yanında sık sık ölmüş ağabeyinden bahsediyor, ilk Salvador'un bir resmini yatak odalarının duvarında tutuyor, ve Dalí'yle beraber düzenli olarak ilk Salvador'un mezarını ziyaret ediyorlardı. Bu durum, Dalí'nin küçük yaşta kendi kimliği konusunda karışıklık yaşamasına sebep oldu. Sonradan, hiç tanımadığı ağabeyi hakkında "iki su damlası gibi birbirimize benziyorduk, fakat yansımalarımız farklıydı [...] O, herhalde benim fazla mutlak olarak tasarlanmış ilk versiyonumdu." diye yazacaktı.
Dalí'nin babası, sert ve otoriter karakterli bir noterdi. Annesi ise tam tersine sevecen ve anlayışlıydı ve oğlunun resim konusundaki çabalarına destek veriyordu. Dalí üç yaşındayken kızkardeşi Ana María doğdu. Evin tek erkek çocuğu olarak, annesi, kızkardeşi, teyzesi, anneannesi ve bakıcısından sürekli ilgi gören Dalí, küçük yaşlarından itibaren şımarık ve kaprisli bir karakter sergilemeye başladı.
1914'te annesinin desteğiyle özel bir resim okuluna yazılan Dalí, 1919'da Figueres Belediye Tiyatrosu'nda ilk sergisini açtı. Şubat 1921'de ise çok sevdiği annesini meme kanserinden kaybetti. Annesinin ölümü hakkında "hayatımda aldığım en büyük darbeydi. Ona tapardım [...] Ruhumun kaçınılmaz kusurlarını görünmez kılabilmesine hep güvendiğim bir varlığın kaybını kabullenemiyordum." diye yazacaktı. Dalí'nin babası, karısının ölümünden kısa süre sonra baldızıyla evlendi.

1922'de Madrid'e taşınan ve buradaki San Fernando Güzel Sanatlar Okulu'na yazılan Dalí, ilk eserlerinde kübizm ve dadaizm etkileri gösterdi. Fransa ve İsviçre kökenli olan bu yeni akımlar, o sıralar Madrid'de pek yaygın değildi, ve Dalí'nin eserleri kısa sürede ilgi çekmeye başladı. Dalí, Madrid'de geçirdiği yıllarda, kendisi gibi avangart sanata meraklı olan film yapımcısı Luis Buñuel ve şair Federico García Lorca ile yakın arkadaş oldu. 1923'te disiplinsizlik yüzünden geçici olarak okuldan uzaklaştırılan Dalí, aynı yıl Girona'da anarşist gösterilere katıldığı için tutuklandı ve bir süre gözaltında tutuldu. 1925'te okula geri döndü, ve Barcelona'da ilk kişisel sergisini açtı. Resimleri eleştirmenler tarafından ilgi ve şaşkınlıkla karşılandı.

Belleğin Azmi, 1931
Dalí 1926'da Paris'e gitti ve büyük saygı duyduğu Pablo Picasso ile tanıştı. Sonraki birkaç yıl boyunca, Dalí'nin eserlerinde Picasso etkisi ağır basacaktı. Paris gezisinden döndükten kısa süre sonra okulundan temelli kovulan Dalí, çok geçmeden askere alındı. Ekim 1927'de askerlik hizmetini bitirdi ve Mart 1928'de sanat eleştirmenleri Lluís Montanyà ve Sebastià Gasch ile beraber, sanatta modernizmi ve fütürizmi savunan "Sanat Karşıtı Katalan Manifesto"yu yazdı.
1929'da arkadaşı Luis Buñuel ile beraber çektikleri Bir Endülüs Köpeği adlı avangart kısa film, sürrealist sanat çevrelerinde ikiliye büyük şöhret kazandırdı. Aynı yıl ikinci kez Paris'e giden Dalí, burada ressam Joan Miró aracılığıyla sürrealist akımın öncüleri André Breton ve Paul Éluard ile tanıştı. Éluard'ın karısı Gala (asıl ismi Helena İvanovna Diakonova), tanıştıkları andan itibaren Dalí'nin ilgisini çekti, ve 1929 yazında Dalí ile Gala arasında, sonradan evliliğe dönüşecek olan tutkulu bir ilişki başladı.
1931 yılında Dalí, en meşhur eseri olan Belleğin Azmi,ni yaptı. Yumuşak Saatler ya da Eriyen Saatler olarak da bilinen eserde, geniş bir kumsal manzarası önünde eriyen cep saatleri resmedilmiştir. Eser genel olarak, katı ve değişmez zaman kavramına karşı bir protesto olarak yorumlanır.Dalí sonradan bu resmin ilhamını, sıcak Ağustos güneşi altında erimekte olan bir Camembert peynirinden aldığını yazacaktı.

Haşlanmış Fasulyeli Yumuşak Yapı (İç Savaş Öngörüsü), 1936
1929'dan beri beraber yaşayan Dalí ve Gala, 1934'te bir devlet nikâhıyla evlendiler. (1958'de bir Katolik düğünüyle nikâh tazeleyeceklerdi.) Aynı yıl New York'ta bir sergi açan Dalí, ABD'de büyük sansasyon yarattı ve büyük üne kavuştu. 1936'da Londra Uluslararası Sürrealist Sergisi'nde bir konuşma yapması istenince, sahneye eski tip hantal bir dalgıç tulumu içinde çıktı. Tulumun beline mücevher işlemeli bir kama takmıştı; bir elinde bir bilardo ıstakası tutuyor, diğer eliyle de bir çift kurtköpeğini çekiştiriyordu. Konuşma sırasında nefes almakta zorluk çekince, dalgıç kıyafetinin başlığı çıkarıldı.
Dalí 1937'de Hollywood'a giderek zamanın meşhur komedyenleri Marx kardeşler ile tanıştı, ve onlar için bir film senaryosu yazdı. 1938 yazında ise Londra'da, hayranı olduğu Sigmund Freud ile tanıştı ve ünlü psikoloğun birkaç portresini yaptı. Tüm sürrealistler gibi Dalí de bilinçaltının dışavurumuyla ilgileniyor, ve Freud'un bilinçaltı konusundaki yazılarını ilgiyle takip ediyordu.
1936'da başlayan ve tüm İspanya'yı kaosa sürükleyen İspanya İç Savaşı, 1939'da General Francisco Franco'nun galibiyetiyle sona erince, Dalí yeni kurulan faşist rejimi desteklediğini açıkladı. Bunun üzerine, çoğunluğu Marksist olan ve Dalí'nin abartılı dikkat çekme çabalarından zaten hoşlanmayan sürrealistler, Dalí'ye açıkça sırtlarını döndüler. Sürrealist grubun önderi Breton, Salvador Dalí'nin isminden iğneleyici bir anagram çıkardı: Avida Dollars (Dolar Heveslisi). Dalí ise cevap vermekte gecikmedi: "Le surréalisme, c'est moi!" (Sürrealizm benim!)Sürrealistler ve Dalí arasındaki çekişme, Dalí ölene kadar devam edecekti.
1940'ta Dalí ve Gala, tüm Avrupa'yı etkisi altına almaya başlayan II. Dünya Savaşı'ndan kaçarak ABD'ye yerleştiler. Burada dokuz yıl kalacaklardı. 1942 yılında Dalí, Salvador Dalí'nin Gizli Hayatı isimli otobiyografisini yayımladı. 1945-46 yıllarında,Walt Disney ile beraber Destino, Alfred Hitchcock ile beraber Spellbound filmlerinin yapımında çalıştı. 1947'de sürrealist bir Picasso portresi yaptı.


Çarmıha Gerilme (Corpus Hypercubicus), 1954
1949'da Dalí, karısıyla beraber Avrupa'ya döndü ve memleketi Katalonya'ya yerleşti. Hayatının sonuna kadar burada kalacaktı. Faşist Franco rejimiyle yönetilen İspanya'ya yerleşmesi, bir kez daha sol görüşlü sanatçı ve aydınların tepkisini çekti.
Dalí 1951'de Katolisizm'in ve modern bilimin bazı kavramlarını sentezlediği Mistik Manifesto,yu yayımladı. II. Dünya Savaşı sonrası eserlerinde, Katolik temalar ve DNA, hiperküp(dört boyutlu küp) ve atomik çözünme gibi modern bilim kavramları öne çıkacaktı. Hiroşima'da patlayan atom bombasının gücünden çok etkilenmiş olan Dalí, hayatının bu dönemine "nükleer mistisizm" adını veriyordu. Yine bu dönemde Dalí, tuvale boya sıçratma, hologramlar, optik yanılgılar ve stereoskopi gibi pek çok değişik teknikle denemeler yaptı.
1960'da Figueres belediye başkanı, yıllar önce Dalí'nin ilk sergisine ev sahipliği yapmış ve iç savaşta zarar görmüş olan Belediye Tiyatrosu'nu "Dalí Tiyatrosu ve Müzesi" adıyla restore etmeye karar verdi. Dalí, 1974'e kadar müzenin inşaatı ve dekorasyonuyla bizzat ilgilendi ve bu projeye çok emek ve zaman harcadı. Müze 1974'te açıldıysa da, Dalí 1980'lerin ortasına kadar ufak eklemeler ve değişiklikler yapmaya devam etti.
10 Haziran 1982'de Dalí'nin çok sevdiği karısı, menajeri, modeli ve ilham perisi Gala hayatını kaybetti. Gala'nın ölümünden sonra yaşama isteğini kaybeden Dalí, karısının öldüğü ve gömüldüğü Púbol Kalesi'ne yerleşti ve münzevi bir hayat sürmeye başladı. Temmuz 1982'de İspanya Kralı Juan Carlos, Dalí'yi Púbol Markisi ilan etti. Dalí ise bu jeste karşılık olarak, krala Avrupa'nın Başı adlı çizimini hediye etti. 1983'te Púbol Kalesi'nde yaptığı Serçenin Kuyruğu adlı tablo, Dalí'nin son eseri olacaktı. Ağustos 1984'te Dalí, kaledeki yatak odasında bilinmeyen bir sebepten çıkan yangında bacağından yaralandı. Bu olaydan kısa süre sonra Figueres'e döndü ve Salvador Dalí Tiyatro ve Müzesi'nde yaşamaya başladı.
Dalí, 23 Ocak 1989'da kalp yetmezliğinden öldü ve Figueres'te kendi adını taşıyan müzenin mahzenine gömüldü.

Dalí hayatı boyunca, 1500'den fazla resim ve onlarca heykelin yanı sıra, çeşitli taş baskı eserler, kitap illüstrasyonları, tiyatro dekorları ve kostümleri üretmiştir. Ayrıca, Man Ray, Brassaï, Cecil Beaton ve Philippe Halsman gibi fotoğraf sanatçılarıyla ve Elsa Schiaparelli, Christian Dior gibi moda tasarımcılarıyla beraber çalışmıştır.
Bugün Dalí'nin eserlerinin büyük çoğunluğu, Figueres'deki Dalí Tiyatro ve Müzesi'nde bulunur. Florida'nın St. Petersburg kentindeki Salvador Dalí Müzesi, Madrid'deki Reina Sofia Müzesi ve Los Angeles'taki Salvador Dalí Galerisi de sanatçının yüzlerce eserini barındırır.
Dalí'nin 1965'te New York'taki Rikers Island Hapishanesi'ne bağışladığı çarmıha gerilmiş İsa resmi, 1981'e kadar hapishanenin yemekhanesinde asılı durduktan sonra buradan alınarak hapishanenin lobisine asılmış, 2003'te ise kimliği belirsiz kişilerce lobiden çalınmıştır. 20. yüzyılın en önemli sanatçılarından, sürrealizmin yani gerçeküstücülük akımının temsilcisi Salvador Dali’nin başlıca esin kaynağı düşler, korkular ve hayaller ile Dali, resim sanatının akışına yön veren eserleriyle İstanbul’da da sergilenmiştir. Dali’nin kapsamlı bir retrospektifi niteliğini taşıyan “İstanbul’da Bir Sürrealist Salvador Dali” adlı sergisinde, İspanyol sanatçının 380 parça eseri sergilenmiştir. 20 Ocak’a kadar açık kalacak sergide sanatçının yağlı boya tabloları, çizimleri ve grafiklerinin yanı sıra el yazmaları, defterleri, mektupları ve fotoğrafları gibi pek çok belge yer alacak.(Serginin kapanış tarihi 10 gün uzatılarak 01 Şubat'a ertelenmiştir.)

Salvador Dalí'nin sanatçı olarak varoluşunda politika çok önemli bir yer almıştır. Sürrealizmin kurucusu troçkist André Breton yanlısı olarak başladığı sanat hayatına, ilerki dönemlerde iktidarı kanlı biçimde ele alan faşist Franko yanlısı olarak devam etmiştir.
Gençliğinde anarşist- komünist yazıları keskin çıkışları olan derin bir kavrayıştan ziyade okuyucuyu şok etmek üzerine odaklanmıştır. Bu yıllarda Dadacı etki görülür. Dali büyüdükçe troçkist André Breton etkisindeki sürrealist hareketin etkinliğinin artmasıyla sürealist olur.
İspanya iç savaşı başladığında, Dali savaşmaktan ve bir grubun yanında yer almaktan uzak durur. Benzer şekilde, İkinci Dünya Savaşında George Orwell, Dali'yi "Fransa tehlikeye düştüğünde fare gibi kaçmakla" eleştirmiştir. Yıllar sonra o dönemini Dali "Avrupa savaşı yaklaştığında tek düşündüğünün tehlike daha da yaklaştığında tıkılabileceği fırını güzel bir yer bulabilmek" olduğunu belirtmiştir. II. Dünya savaşı sonrasında Katalonya'ya geri döndüğünde, Franko rejimi ile yakınlaşmıştır. Bazı sözleri Franko rejimine destek vermiş, Franko'yu İspanyayı yokedici güçlerden temizlediği için teşekkür etmiştir. Bu dönemde Katolik inanca dönmüştür. Ayrıca Franko'yu çıkardığı idam hükümleri için tebrik etmiştir. Ayrıca kişisel olarak da Franko ile tanışmış ve Franko'nun ninesini resmetmiştir. Franko'ya karşı hislerinin samimi mi yalancı mı olduğunu belirlemek imkansızdır.

Salvador Dali farklı alanlara ilgi duymuş, ressamlığın yanı sıra heykeltıraşlık, fotoğrafçılık ve filmcilikle de ilgilenmişti. Ancak, bilime apayrı bir önem verdi. 1930'larda ilham kaynağı optik ilüzyonlar ve çifte görüntüler, 1940'da Max Planck'ın kuantum kuramı, 1945'teki Hiroşima faciasından sonra atomun parçalanmasıydı. 1950'lerin başında, atom bombasını bir yana bırakmış, dikkatini Alman fizikçi Werner Heisenberg'in "tanecik"lerine vermişti bile.
1953'te, Nature dergisinin 171. sayısında, Watson ve Crick'in DNA yapısını açıkladıkları ünlü makaleyi okuyup Crick'in karısı Odile'in çizdiği çift sarmal yapıyı gördüğünde, "İşte" dedi, "Tanrı'nın var olduğunun en önemli kanıtı. DNA, Yakub'un genetik meleklerden oluşturduğu bir merdiven ve insanla Tanrı arasındaki tek bağlantı."
Bu tarihten başlayarak tam 23 yıl boyunca, DNA molekülünün yapısı, hem gündelik yaşamının, hem de sanatının ayrılmaz bir parçası oldu. Çift sarmalın, yaşamın temel şekli olduğuna inandı ve on kadar tablosunda bu simgeyi kullandı. "Kelebekli Manzara, DNA'li Sürrealist Manzarada Büyük Mastürbatör" (Butterfly Landscape. The Great Masturbator in a Surrealist Landscape with D.N.A.) adlı tablosunda, Freudyen simgelerle dolu araziye, DNA'yı üç boyutlu biçimde yerleştirmiştir.
25 Eylül 1962 tarihindeki Barselona sel felaketinde, boğulan ve kaybolan bine yakın kişinin anısına yaptığı 3 x 3.5 metre boyutlarındaki tablo, "Galacidalacidezoksiribonükleikasid" adını taşır. 2002'de, Florida'nın St Petersburg kentinde, denizin hemen kenarındaki Dali Müzesi'nde görme fırsatını yakaladığım tablonun yanındaki notta, Dali'nin zor telaffuz edilen bu adı, Gala, cid, ala ve dezoksiribonükleikasid sözcüklerinden oluşturduğu kayıtlıydı. Aynı nottaki bilgiye göre, "Gala", ressamın çok sevdiği, ilham kaynağı ve pek çok eserinin temel figürü karısının adı. "El Cid", 11. yüzyılda Berberilere karşı savaşmış İspanyolların ulusal kahramanı Rodrigo Diaz de Vivar'ın halk arasındaki adıdır. "Ala", Allah'ın kısaltılmış biçimi, "dezoksiribonükleikasid" de DNA molekülünün açık adıdır.

"Tanrı'ya inanıyorum, ama inançlı değilim. Matematik ve bilim, bana Tanrı'nın olması gerektiğini anlatıyor, ama inanmıyorum" diyen Salvador Dali, bu tablosunda bilim ile dinin karmaşık ilişkisini irdeler. İlk bakışta, dinin bilime üstünlüğünü anlatmaya çalışıyor gibi gözükse de, aslında birbirine paralel olduklarını, hatta simetrik temellere dayandıklarını ifade etmeye çalışır. Beş açık ve bir gizli görüntüden oluşan resmin birkaç yerinde rastlanan DNA çift sarmalı yaşamı; sağ tarafta, dörderli gruplar halinde tüfeklerini birbirine doğrultan erkekler ölümü, gökyüzündeki varlıklar, ölümden sonrasını simgeler.
Dali, benzeri konularda ve benzeri adlar verdiği başka tablolar da yapmıştır. Madrid'teki Museo Nacional Reina Sofia'da sergilenen "Dezoksiribonükleik Asit Arapları", ressamın bu eşsiz moleküle hayranlığının bir diğer kanıtı. DNA'nın simetrisini, durmaksızın, karısıyla ilişkisine benzetir: "Tıpkı Gala ve benim gibi birbirine tam uyan bu iki yarı, hiç şaşmadan bir açılıp bir kapanıyor. Hayat, dezoksiribonükleik asidin mutlak kuralına dayanıyor, kalıtıma o karar veriyor."
Dali, 1980'lerden başlayarak ölümüne dek, matematikle ilgilendi. Özellikle, sürekli fonksiyonların sürekli olmayanlara dönüşebileceğini ve bir fonksiyonun değerinin aniden değişebileceğini (yani sakin sakin duran bir köpeğin aniden üzerinize saldırmasının matematiksel ifadesini) gösteren Fransız matematikçi Rene Thom'un katastrof teorisine ilgi duydu. Son eseri Çatalkuyruk'da (The Swallowtail) olduğu gibi, çok sayıda matematiksel sembolü resimlerine taşıdı ve onlar aracılığıyla yaşam felsefesini yansıtmaya çalıştı, ancak DNA molekülüne tutkusunu hiçbir zaman kaybetmedi.
Dali bilime düşkünlüğünü, doğum yeri Figueres'te düzenlediği "Doğada Rastlantı" adlı kongreyle taçlandırdığında, artık 81 yaşındaydı. Konuşmacıların neredeyse tamamı, Nobel ödülü kazanmış bilim insanlarıydı. Kimyacı Ilya Prigogine, fizikçi Jorge Wagensberg, matematikçi Rene Thom oradaydı. Dinleyicilerin arasında bilim dünyasının ileri gelenleri, ünlü filozoflar ve sanatçılar bulunuyordu. Dali, yatağından kalkamayacak kadar hastaydı ve her şeyi kapalı devre televizyon kameralarının görüntülerinden izledi. Salvador Dali, bu kongreden üç yıl sonra 23 Ocak 1989'da öldü. Başucunda iki fizikçi ve bir matematikçinin kitaplarını buldular: Stephen Hawking, Erwin Schrödinger ve Matila Ghyka.
Dali için tartışılacak ya da yazılacak çok birşey olduğunu düşünmüyorum.Yukarıdaki bilgileri okumak bile insanı heyecanlandırabilir ama yaptığı işleri inceleme ya da bu sene acılan sergisini görme fırsatınız olduysa çok farklı bir boyuttan değerlendirme olağanı bulmuşsunuzdur.Dali için sinemada neler yapılmış bugünlerde onu araştırıyorum.Dali için daha önce bir belgesel hazırlanmış :Salvador Dalí ­- entrevista Soler Serrano' ve buna benzer bir kaç yapım da var ama benim ilgimi yakın zamanda duyduğum Little Ashes filmi çekti.ıspanyol-Ingiliz ortak yapımı olan bağımsız bir film .Luis brunel,Salvador Dali ve Federico Garcia Lorca arasındaki sanatsal ve sanatsalın otesindeki ilişkileri konu alıyor.film hakkında da birşeyler yazbailmeyi isterim.Önce filme ulaşmalıyım:) (filmin kısa özetini filmler-yorumlarda bulabilirsiniz)

Dali'den bu kadar kısa da olsa bahsetmişken en sevdiğim resimlerinden birini de buraya eklemeden geçemiyeceğim.The widow &Giraffe... sergide gözlerim hep onu aradı ...