Sinemasız hayat,tuzsuz popcorn gibidir...

28 Ağustos 2009 Cuma

Tim Burton'dan büyüklere masallar-Alice Harikalar Diyarında

Tim Burton sinema dünyasına gelmiş gelecek en yaratıcı yönetmenlerden birisi. Hiç sıradan bir denemesini hatırlamıyorum. Bettle Juice ile başlayan Tim Burton fanatikliğim, Edward Scissorshand ile devam etti. Batman serisi zaten fazlasıyla popüler yapımlar, onlar hakkında herkesin bir fikri vardır diye düşünüyorum. Tim Burton’un en belirgin seçimleri şüphesiz bugüne kadar filmlerinin çoğunda yer alan Johnny Depp ve Helena Bonham Carter. Johnny Depp’in ekran karizması ve uçlarda oyunculuğunu tartışmaya hiç gerek yok. Helena Bonham Carter ise hepimizin aklında eminim ki Fight Club’daki Marla Singer rolündeki müthiş performansıyla kalmıştır. Tim Burton’ın zengin hayal dünyası ve müthiş görsel efektlerini biraz daha yakından tanımak isterseniz, bence mutlaka filmlerinden bir kaçını izlemelisiniz.Türü içerisinde çok başarılı kabul edilen, tamamen minik oyuncaklar yaratılarak çekilmiş iki filmi, The nightmare before Christmas (noel öncesi kabusu)ve Corpse bride(ölü gelin) hayal zenginliğinizi yeniden sorgulamanıza yol açabilir J .Bu iki filmde çok özel teknikler kullanılmış. Yaratılan karakterler (ki bunlar Johnny Depp ve Helena Bonham Carter seslendirmeleriyle olağanüstü gerçeklik kazanıyorlar) minik oyuncaklar haline getirilip stop-motion denilen teknikle perdeye aktarılıyor. Tabiî ki animasyon teknikleri de kullanarak.



Corpse Bride karakterleri: hatta karakterlerin oluşturulmasında bile favori oyuncularının ifadeleri kullanılmış.





The Nightmare Before Christmas’ın başrol oyuncusu Jack Skellington.

Geçen sene bizi yine “Sweeney Todd: The Demon Barber of Fleet Street” filmiyle mest eden Tim Burton bu sefer Alice Harikalar Diyarında’yı sinemaya aktarıyor. Daha önce de çocuk hikâyelerinden Hansel ve Gratel ile Charlie ve çikolata fabrikasını bambaşka bir gözle sinemaya aktarmış ve bu cocuk hiyakeleri büyüklere nasıl izletilir göstermiştir.







Johnny Depp,Helena Bonham Carter ve Anne Hathaway

Alice Harikalar Diyarında’nın post production resimleri ve haberlerine bakılırsa film muhteşem olacağa benziyor. Alice Harikalar Diyarında daha önce çok kez sahneye aktarılmış. Eminim çocukken hepimiz mutlaka birkaçını izlemişizdir. Ama açıkçası ben bu unutmuş olduğum masalı Tim Burton’un hayal dünyasından izlemeyi iple çekiyorum. Film 5 Mayıs 2010 da Türkiye’de vizyona giriyor. Oyuncular arasında yine Johnny Depp ve Helena Bonham Carter var. Fotoğraflara bakılırsa görsel bir şölen bizi bekliyor.

18 Ağustos 2009 Salı

Pan'ın Labirenti(El Laberinto Del Fauna)



Canınız gerçekten değişik bir film izlemek istiyorsa Pan'ın Labirenti'ne mutlaka ulaşmalısınız. Özetle, film 1944'ün faşist İspanyası'nda sadist bir ordu mensubu olan üvey babasının korkunç hayatından uzaklaşmak için kendisine ürkütücü, bir o kadar da büyüleyici bir hayal dünyası yaratan minik Ofelia'nın hayatını anlatıyor.(üstelik annesi de hamile ve hasta) Ana kategori başlıklarından birine sokulacak olursa film ilk etapta fantastik bir film gibi dursa da, dramatik yönü çok kuvvetli, müthiş duygu yüklü bir film. İspanya 'nın o karanlık sivil savaş günlerinde yalnızlık ve sessizlik içindeki, on iki yaşında küçük bir kızın bütün masumiyeti ve hayal dünyası hiç abartılmadan, hiç sevimli hale getirilmeden, acındırılmadan perdede. Annesiyle birlikte yeni evlerinde yaşamaya başlayan Ofelia bu sıkıcı ve Filmin senaristi ve yönetmeni Guillermo Del Toro, Mexico’lu özgün bir yönetmen. Bu filminde de Hollywood desteğini geri çevirerek filmi İspanyolca çekmiş ve çok da iyi etmiş, dilin İspanyolca olması dönemin havasını çok daha hissedilir hale getirmiş. Dünyayı küçük hayalperest bir kızın gözünden izleme fırsatı buluyorsunuz. İçinde yaşadığı hayattan kurtuluş yolunu kendisine yeni bir dünya yaratmakta bulan küçük kız, o kadar değişik bir dünya sunuyor ki izleyicilere, bazen izlerken birden filmin akışı içinde bu düşünceler gerçekmiş gibi geliyor. Hayal dünyası ve gerçeklik arasında gidip geliyorsunuz. Küçük oyuncu Ivana Baquero -1994 doğumlu bir İspanyol, bana göre müthiş bir oyun çıkartmış,(bu filmiyle şimdiden altı tane ödülü çantasına koymuş) tüm masumiyetini bakışlarından akıtabiliyor. Bu çok yalnız kız çocuğunun sonuna öyle üzülüyorsunuz ki gözyaşlarınız sizi dinlemeden akmaya başlıyor. Teknik açıdan yaklaştığımızda ise görsel efektler gayet başarılı, makyaj süper; zaten film en iyi en iyi sanat yönetimi, en iyi kurgu ve en iyi makyaj dalında 2007 'de tam 3 tane Oscar kucaklamıştır. Ayrıca da fantastik bir film olarak en iyi yabancı film dalında Oscar'a aday gösterilen ilk fantastik film olma özelliğini de taşır. Bu filmi bence film arşivinize mutlaka eklemelisiniz.


12 Ağustos 2009 Çarşamba

81. Oscar Ödülleri




Şubat 2009’da 81.si dağıtılan Oscar ödülleri, her zaman eleştiri oklarına maruz kalıp, değerlendirmelerin altında hep bir şeyler aransa da, bütün sinemaseverler tarafından amansızca takip edilir. Ben de her sene adaylar açıklandıktan sonra takibe başlıyorum. Çoğu zaman Türkiye’de vizyona girmemiş filmleri takip etmek çok zor oluyor. Yorumları okumak, tahminler yapmak derken ertesi gün iş olacağı için sabahın 3’ünde başlayan töreni izleyemiyorum. Bu sene ödüller dağıtılmadan önce sadece bütün ödül adaylıklarında adı geçen beş filmi izleyebildim: Benjamin Button’un tuhaf hikâyesi, Güreşçi, Changelling, The Dark Night, Wall-e.Yine de bu yetersiz araştırmadan sonuca varabileceğim şeyler çıkardım. Bir kere en iyi animasyon Wall-E’nin olmalıydı. Diğer filmleri izlemeden böyle bir partizanlık doğru olmasa da film beni tam kalbimden vurdu. Akademi ‘de bu şeker filmi çok beğenmiş olmalı ki Oscarı teslim ettiler.

Bu sene için beni en merakta bırakan konu hep oyunculuğu yakışıklılığı ile örtülmüş Brad Pitt’in en iyi erkek oyuncuyu adaylığıydı. Yine David Fincher’la olan uyumlu çalışmasıyla acaba ödülü bu kez alabilecek miydi? Benjamin Button’un tuhaf hikâyesi gerçekçi ama fantastik yapısıyla hoş bir film olmuş.David fincher zaten benim favori listemde the Game ‘den beri üst sıralarda. Fakat bu film bence Brad Pitt’in en başarılı performanslarından birisi değil. Senelerdir görsel popülaritesi yüzünden verilmemiş adaylıkları ve ödülleri olduğunu düşünüyorum. Eğer Oscar alacaksa 12 Maymun( ki bu filmde yardımcı erkek oyuncu dalında hali hazırda adaydı) ve Fight Club ‘daki oyunculuklarında çoktan heykelciği evine götürmesi gerekirdi. Sanıyorum ki Akademi artık yaşı kemale erdi, Brad Pitt’i de göz ardı etmiyelim fikrindeydi. Erkek oyuncu dalındaki adaylardan bir de Mickey Rourke’u izleme fırsatı buldum. Güreşçi, çok sıradan bir konuyu dramatik bir şekilde işlemesi yönünden başarılı bir film olmuş. Mickey Rourke film için biçilmiş kaftan olmuş. Fiziksel olarak role çok oturmuş ama ben onun adaylığı için şöyle düşünüyorum: Akademi Mickey Rourke’un dönüşünü teşvik amaçlı aday listesinde ona yer verdi.(Ama açıkçası bu yüzden bile Oscar’ı kucaklayabilir diye düşünmedim değil).







MILK
Törenden sonra film festivalinde yakaladım tekrar.Bu seneki en iyi aktör kararı bence hedefi 12’den vuruyor.Sean Penn kusursuz bir oyun çıkarmış. Sean Penn’e gelmeden önce filmden biraz bahsetmeliyim. Biyografik bir film olarak Milk çok başarılı. Konu eşcinsel bir politikacının suikastından ibaret gözükse de ,Gus Van Sant, tarihi sanatla harmanlamış,hiç sıkılmadan bir sanat eseri izliyorsunuz.. Tarihsel anlatımı kuvvetlendirmek adına giren eski siyah beyaz ,soluk görüntüler çok yerli yerinde ,sonra filme dönüyorsunuz sanki aynı sahneleri renklendirmiş gibi,kostümler, mekanlar o kadar özveri ile düşünülüp uyarlanmış ki o döneme ait her kokuyu bile alabiliyorsunuz adeta.1970’lerin San Francisco’su karışınızda.Harvey Milk’in biyografisini bu kadar duygusal ve doğal sahneye aktarmada şüphesiz Sean Penn’in başarısı tartışılamaz.Eğer ki filmi ödüllerden önce izleseydim,Sean Penn’in Oscar’ı alacağına bahse girerdim.Harvey Milk’in o kırılgan ama mücadeleci, özgürlükçü tavrını o kadar iyi yansıtmış ki ;eşcinsellik gibi hala tartışılan bir konu tüm doğallığı ile sahneye aktarmış,Bu filmde aşkı,hırsları,politikayı derinden hissediyorsunuz.Bu film insanlar için yapılmış,amaçlar ,propongadalar ya da politika için değil.Harvey Milk’in tüm çabasının aslında özgürlük olduğu çok doğru vurgulanmış.Filmde dikkat çeken bir başka oyunculuksa şüphesiz Emile Hirsch’e ait.Into the wild’daki performansı ile akıllarda kalan aktör bu filmdeki performansı ile yardımcı erkek oyuncu dalında aday gösterilen Josh Brolin’den çok daha iyiydi.Eğer Milk’i benim kadar beğenerek izlediyseniz Rob Epstein yapımı “The Times of Harvey Milk “ belgesel filmi ile şölene devam etmenizi tavsiye ederim.Bu belgesel bence Harvey Milk üzerine çekilmiş en iyi dökümantasyon olsa da ,Gus Van Sant ona saniyeden bile daha fazla yaklaşmış.






4 Ağustos 2009 Salı

Little Ashes


Little Ashes’i vakit kaybetmeden izledim.Film kurgu olarak başarılı ve abartısız.Etkileyici taraflara başlamadan oyuncu seçiminden bahsetmek istiyorum.Beni bu filmi izlemeye iten en önemli sebep tabi ki Dali’nin tarzı gibi gerçeküstü hayatının bir kesitinin nasıl perdeye aktarıldığı konusundaki meraktı.Açıkçası karşımda çok Dali bir oyuncu bekliyorum.Aman tanrım Salvador Dali’yi Hollywood’un yeni jönü Robert Pattinson oynuyor, ilk sahnede hayal kırıklığı (ilerleyen sahnelerde meşhur dali bıyığından başka herhangi bir makyaj efekti de kullanılmadan bildiğimiz Robert Pattinson) açıkçası Robert Pattinsonu sadece Twilight ta izledim ve popularitesinden ötürü kendisinden haberdarım.Twilight’ta öyle döktürülecek bir oyunculuk
Çok zor bir karakter yoktu zaten.Dali’yi nasıl oynar bu çocuk diye düşünmeden edemedim.
Ama şunu söyleyebilirim ki oyunculuk adına Robert Pattinson gelecek vaad ediyor.Bazı altından kalkılması zor ,cüretkar sahnelerde o kadar iyiydi ki sahnenin gerçekliğinden ben bile rahatsız oldum.Dali’nin o limitsiz ,anarşist tavırlarını çok iyi yansıtabilmiş.Ayrıca bu kadar genç ve bu kadar kariyerinin başındayken böyle eşcinsel sahneler içeren bir filmde oynaması da çok cesurca.Film bittikten sonra bu seçimin tek handikapının Robert Pattinson’un bu rol için çok genç olması olabileceğine karar verdim.(ya da belki de Ispanyol asıllı bir aktor seçilebilirdi,film dili Ispanyolca olabilirdi.) Federico Garcia Lorca ‘ya gelince Javier Beltran bence mükemmel bir seçim olmuş,çok iyi bir oyun çıkartmış o kadar ki ,hayal kırklığını,aşkını, Ispanya sevgisini ,özgürlük mücadelesini,sevgisini öyle bir aktarıyor ki replikler zayıf olsa da (1920lerde geçen sıra dışı sanatçıların yaşamlarını kesit alan bir filmde daha ağdalı daha ağır bir dil bekliyordum.) müthiş bir şekilde seyirciye aktarıyor ve çok seviyorsunuz Federico Garcia Lorca’yı. Film Salvador Dali'nin karmaşık yaşantısında Federico Garcia Lorca ve Luois Brunel ile ilişkileri üzerine dönüyor.Tarih ve sanat kitaplarında Dali'nin bu ilişkisinden çok derinlemesine bahsedilmez .Çeşitli sergilerinde ve bazı kaynaklarda bu ikilinin sanatsal ilişkisi hakkında bazı şeyler okumuştum.Fakat Garcia Lorca ve Salvador Dali arasındaki bu duygusal ilişkinin Dali'nin sanatsal hayatını nasıl etkilediğini filmde anladım.Bu iki sanatçı arasındaki yoğun duygusallık çok çarpıcı sahnelerle perdeye aktarılmış.Çok cesur,çok gerçek sahneler var.(zaten Dali 'yi konu alan bir film yapıyorsanız bence sarsıcılık çok önemli ) Film arasına serpiştirilmiş siyah beyaz İspanya zamanları 1920'li dönemlerin sıkıntılarını özetlemek adına başarılı,ama filmden önce o dönem İspanyası'nda yaşananlarla ilgili bilgi edinmek de fayda var.Başta da bahsettiğim gibi filmde hissedilen en zayıf yan filmin dili ve kullanılan repliklerin çok da şiirsel olmayışı.(bir açıdan da zaten herkes tarafından takip edilmeyen sanatsal konuları daha anlaşılır hale getirmek için aslında doğru bir yaklaşım)Tabi ki filmi İngilizce izlemek anlamak açısından çok büyük kolaylık ama yine de Dali'yi kendi dilinde seyretmek daha büyüleyici olur diye düşünüyorum.


1 Ağustos 2009 Cumartesi

ZOOM:Salvador Dali

Önce çok biyografik olarak Dali 'nin hayatı için kısa bir özet geçelim bence...

Dalí 11 mayıs 1904'te, İspanya'nın Katalonya bölgesinde bulunan Figueres kentinde, Salvador Dalí i Cusí ve Felipa Domenech Ferres çiftinin ikinci çocuğu olarak dünyaya geldi. Çiftin 1901 doğumlu ilk çocuğu, Dalí'nin doğumundan tam dokuz ay on gün önce (1 Ağustos 1903'te) sindirim yolu iltihabından ölmüş, onun ismi olan Salvador da ikinci çocuğa geçmişti. İlk çocuklarının küçük yaşta ölmesini bir türlü kabullenemeyen Dalí çifti, küçük Dalí'nin yanında sık sık ölmüş ağabeyinden bahsediyor, ilk Salvador'un bir resmini yatak odalarının duvarında tutuyor, ve Dalí'yle beraber düzenli olarak ilk Salvador'un mezarını ziyaret ediyorlardı. Bu durum, Dalí'nin küçük yaşta kendi kimliği konusunda karışıklık yaşamasına sebep oldu. Sonradan, hiç tanımadığı ağabeyi hakkında "iki su damlası gibi birbirimize benziyorduk, fakat yansımalarımız farklıydı [...] O, herhalde benim fazla mutlak olarak tasarlanmış ilk versiyonumdu." diye yazacaktı.
Dalí'nin babası, sert ve otoriter karakterli bir noterdi. Annesi ise tam tersine sevecen ve anlayışlıydı ve oğlunun resim konusundaki çabalarına destek veriyordu. Dalí üç yaşındayken kızkardeşi Ana María doğdu. Evin tek erkek çocuğu olarak, annesi, kızkardeşi, teyzesi, anneannesi ve bakıcısından sürekli ilgi gören Dalí, küçük yaşlarından itibaren şımarık ve kaprisli bir karakter sergilemeye başladı.
1914'te annesinin desteğiyle özel bir resim okuluna yazılan Dalí, 1919'da Figueres Belediye Tiyatrosu'nda ilk sergisini açtı. Şubat 1921'de ise çok sevdiği annesini meme kanserinden kaybetti. Annesinin ölümü hakkında "hayatımda aldığım en büyük darbeydi. Ona tapardım [...] Ruhumun kaçınılmaz kusurlarını görünmez kılabilmesine hep güvendiğim bir varlığın kaybını kabullenemiyordum." diye yazacaktı. Dalí'nin babası, karısının ölümünden kısa süre sonra baldızıyla evlendi.

1922'de Madrid'e taşınan ve buradaki San Fernando Güzel Sanatlar Okulu'na yazılan Dalí, ilk eserlerinde kübizm ve dadaizm etkileri gösterdi. Fransa ve İsviçre kökenli olan bu yeni akımlar, o sıralar Madrid'de pek yaygın değildi, ve Dalí'nin eserleri kısa sürede ilgi çekmeye başladı. Dalí, Madrid'de geçirdiği yıllarda, kendisi gibi avangart sanata meraklı olan film yapımcısı Luis Buñuel ve şair Federico García Lorca ile yakın arkadaş oldu. 1923'te disiplinsizlik yüzünden geçici olarak okuldan uzaklaştırılan Dalí, aynı yıl Girona'da anarşist gösterilere katıldığı için tutuklandı ve bir süre gözaltında tutuldu. 1925'te okula geri döndü, ve Barcelona'da ilk kişisel sergisini açtı. Resimleri eleştirmenler tarafından ilgi ve şaşkınlıkla karşılandı.

Belleğin Azmi, 1931
Dalí 1926'da Paris'e gitti ve büyük saygı duyduğu Pablo Picasso ile tanıştı. Sonraki birkaç yıl boyunca, Dalí'nin eserlerinde Picasso etkisi ağır basacaktı. Paris gezisinden döndükten kısa süre sonra okulundan temelli kovulan Dalí, çok geçmeden askere alındı. Ekim 1927'de askerlik hizmetini bitirdi ve Mart 1928'de sanat eleştirmenleri Lluís Montanyà ve Sebastià Gasch ile beraber, sanatta modernizmi ve fütürizmi savunan "Sanat Karşıtı Katalan Manifesto"yu yazdı.
1929'da arkadaşı Luis Buñuel ile beraber çektikleri Bir Endülüs Köpeği adlı avangart kısa film, sürrealist sanat çevrelerinde ikiliye büyük şöhret kazandırdı. Aynı yıl ikinci kez Paris'e giden Dalí, burada ressam Joan Miró aracılığıyla sürrealist akımın öncüleri André Breton ve Paul Éluard ile tanıştı. Éluard'ın karısı Gala (asıl ismi Helena İvanovna Diakonova), tanıştıkları andan itibaren Dalí'nin ilgisini çekti, ve 1929 yazında Dalí ile Gala arasında, sonradan evliliğe dönüşecek olan tutkulu bir ilişki başladı.
1931 yılında Dalí, en meşhur eseri olan Belleğin Azmi,ni yaptı. Yumuşak Saatler ya da Eriyen Saatler olarak da bilinen eserde, geniş bir kumsal manzarası önünde eriyen cep saatleri resmedilmiştir. Eser genel olarak, katı ve değişmez zaman kavramına karşı bir protesto olarak yorumlanır.Dalí sonradan bu resmin ilhamını, sıcak Ağustos güneşi altında erimekte olan bir Camembert peynirinden aldığını yazacaktı.

Haşlanmış Fasulyeli Yumuşak Yapı (İç Savaş Öngörüsü), 1936
1929'dan beri beraber yaşayan Dalí ve Gala, 1934'te bir devlet nikâhıyla evlendiler. (1958'de bir Katolik düğünüyle nikâh tazeleyeceklerdi.) Aynı yıl New York'ta bir sergi açan Dalí, ABD'de büyük sansasyon yarattı ve büyük üne kavuştu. 1936'da Londra Uluslararası Sürrealist Sergisi'nde bir konuşma yapması istenince, sahneye eski tip hantal bir dalgıç tulumu içinde çıktı. Tulumun beline mücevher işlemeli bir kama takmıştı; bir elinde bir bilardo ıstakası tutuyor, diğer eliyle de bir çift kurtköpeğini çekiştiriyordu. Konuşma sırasında nefes almakta zorluk çekince, dalgıç kıyafetinin başlığı çıkarıldı.
Dalí 1937'de Hollywood'a giderek zamanın meşhur komedyenleri Marx kardeşler ile tanıştı, ve onlar için bir film senaryosu yazdı. 1938 yazında ise Londra'da, hayranı olduğu Sigmund Freud ile tanıştı ve ünlü psikoloğun birkaç portresini yaptı. Tüm sürrealistler gibi Dalí de bilinçaltının dışavurumuyla ilgileniyor, ve Freud'un bilinçaltı konusundaki yazılarını ilgiyle takip ediyordu.
1936'da başlayan ve tüm İspanya'yı kaosa sürükleyen İspanya İç Savaşı, 1939'da General Francisco Franco'nun galibiyetiyle sona erince, Dalí yeni kurulan faşist rejimi desteklediğini açıkladı. Bunun üzerine, çoğunluğu Marksist olan ve Dalí'nin abartılı dikkat çekme çabalarından zaten hoşlanmayan sürrealistler, Dalí'ye açıkça sırtlarını döndüler. Sürrealist grubun önderi Breton, Salvador Dalí'nin isminden iğneleyici bir anagram çıkardı: Avida Dollars (Dolar Heveslisi). Dalí ise cevap vermekte gecikmedi: "Le surréalisme, c'est moi!" (Sürrealizm benim!)Sürrealistler ve Dalí arasındaki çekişme, Dalí ölene kadar devam edecekti.
1940'ta Dalí ve Gala, tüm Avrupa'yı etkisi altına almaya başlayan II. Dünya Savaşı'ndan kaçarak ABD'ye yerleştiler. Burada dokuz yıl kalacaklardı. 1942 yılında Dalí, Salvador Dalí'nin Gizli Hayatı isimli otobiyografisini yayımladı. 1945-46 yıllarında,Walt Disney ile beraber Destino, Alfred Hitchcock ile beraber Spellbound filmlerinin yapımında çalıştı. 1947'de sürrealist bir Picasso portresi yaptı.


Çarmıha Gerilme (Corpus Hypercubicus), 1954
1949'da Dalí, karısıyla beraber Avrupa'ya döndü ve memleketi Katalonya'ya yerleşti. Hayatının sonuna kadar burada kalacaktı. Faşist Franco rejimiyle yönetilen İspanya'ya yerleşmesi, bir kez daha sol görüşlü sanatçı ve aydınların tepkisini çekti.
Dalí 1951'de Katolisizm'in ve modern bilimin bazı kavramlarını sentezlediği Mistik Manifesto,yu yayımladı. II. Dünya Savaşı sonrası eserlerinde, Katolik temalar ve DNA, hiperküp(dört boyutlu küp) ve atomik çözünme gibi modern bilim kavramları öne çıkacaktı. Hiroşima'da patlayan atom bombasının gücünden çok etkilenmiş olan Dalí, hayatının bu dönemine "nükleer mistisizm" adını veriyordu. Yine bu dönemde Dalí, tuvale boya sıçratma, hologramlar, optik yanılgılar ve stereoskopi gibi pek çok değişik teknikle denemeler yaptı.
1960'da Figueres belediye başkanı, yıllar önce Dalí'nin ilk sergisine ev sahipliği yapmış ve iç savaşta zarar görmüş olan Belediye Tiyatrosu'nu "Dalí Tiyatrosu ve Müzesi" adıyla restore etmeye karar verdi. Dalí, 1974'e kadar müzenin inşaatı ve dekorasyonuyla bizzat ilgilendi ve bu projeye çok emek ve zaman harcadı. Müze 1974'te açıldıysa da, Dalí 1980'lerin ortasına kadar ufak eklemeler ve değişiklikler yapmaya devam etti.
10 Haziran 1982'de Dalí'nin çok sevdiği karısı, menajeri, modeli ve ilham perisi Gala hayatını kaybetti. Gala'nın ölümünden sonra yaşama isteğini kaybeden Dalí, karısının öldüğü ve gömüldüğü Púbol Kalesi'ne yerleşti ve münzevi bir hayat sürmeye başladı. Temmuz 1982'de İspanya Kralı Juan Carlos, Dalí'yi Púbol Markisi ilan etti. Dalí ise bu jeste karşılık olarak, krala Avrupa'nın Başı adlı çizimini hediye etti. 1983'te Púbol Kalesi'nde yaptığı Serçenin Kuyruğu adlı tablo, Dalí'nin son eseri olacaktı. Ağustos 1984'te Dalí, kaledeki yatak odasında bilinmeyen bir sebepten çıkan yangında bacağından yaralandı. Bu olaydan kısa süre sonra Figueres'e döndü ve Salvador Dalí Tiyatro ve Müzesi'nde yaşamaya başladı.
Dalí, 23 Ocak 1989'da kalp yetmezliğinden öldü ve Figueres'te kendi adını taşıyan müzenin mahzenine gömüldü.

Dalí hayatı boyunca, 1500'den fazla resim ve onlarca heykelin yanı sıra, çeşitli taş baskı eserler, kitap illüstrasyonları, tiyatro dekorları ve kostümleri üretmiştir. Ayrıca, Man Ray, Brassaï, Cecil Beaton ve Philippe Halsman gibi fotoğraf sanatçılarıyla ve Elsa Schiaparelli, Christian Dior gibi moda tasarımcılarıyla beraber çalışmıştır.
Bugün Dalí'nin eserlerinin büyük çoğunluğu, Figueres'deki Dalí Tiyatro ve Müzesi'nde bulunur. Florida'nın St. Petersburg kentindeki Salvador Dalí Müzesi, Madrid'deki Reina Sofia Müzesi ve Los Angeles'taki Salvador Dalí Galerisi de sanatçının yüzlerce eserini barındırır.
Dalí'nin 1965'te New York'taki Rikers Island Hapishanesi'ne bağışladığı çarmıha gerilmiş İsa resmi, 1981'e kadar hapishanenin yemekhanesinde asılı durduktan sonra buradan alınarak hapishanenin lobisine asılmış, 2003'te ise kimliği belirsiz kişilerce lobiden çalınmıştır. 20. yüzyılın en önemli sanatçılarından, sürrealizmin yani gerçeküstücülük akımının temsilcisi Salvador Dali’nin başlıca esin kaynağı düşler, korkular ve hayaller ile Dali, resim sanatının akışına yön veren eserleriyle İstanbul’da da sergilenmiştir. Dali’nin kapsamlı bir retrospektifi niteliğini taşıyan “İstanbul’da Bir Sürrealist Salvador Dali” adlı sergisinde, İspanyol sanatçının 380 parça eseri sergilenmiştir. 20 Ocak’a kadar açık kalacak sergide sanatçının yağlı boya tabloları, çizimleri ve grafiklerinin yanı sıra el yazmaları, defterleri, mektupları ve fotoğrafları gibi pek çok belge yer alacak.(Serginin kapanış tarihi 10 gün uzatılarak 01 Şubat'a ertelenmiştir.)

Salvador Dalí'nin sanatçı olarak varoluşunda politika çok önemli bir yer almıştır. Sürrealizmin kurucusu troçkist André Breton yanlısı olarak başladığı sanat hayatına, ilerki dönemlerde iktidarı kanlı biçimde ele alan faşist Franko yanlısı olarak devam etmiştir.
Gençliğinde anarşist- komünist yazıları keskin çıkışları olan derin bir kavrayıştan ziyade okuyucuyu şok etmek üzerine odaklanmıştır. Bu yıllarda Dadacı etki görülür. Dali büyüdükçe troçkist André Breton etkisindeki sürrealist hareketin etkinliğinin artmasıyla sürealist olur.
İspanya iç savaşı başladığında, Dali savaşmaktan ve bir grubun yanında yer almaktan uzak durur. Benzer şekilde, İkinci Dünya Savaşında George Orwell, Dali'yi "Fransa tehlikeye düştüğünde fare gibi kaçmakla" eleştirmiştir. Yıllar sonra o dönemini Dali "Avrupa savaşı yaklaştığında tek düşündüğünün tehlike daha da yaklaştığında tıkılabileceği fırını güzel bir yer bulabilmek" olduğunu belirtmiştir. II. Dünya savaşı sonrasında Katalonya'ya geri döndüğünde, Franko rejimi ile yakınlaşmıştır. Bazı sözleri Franko rejimine destek vermiş, Franko'yu İspanyayı yokedici güçlerden temizlediği için teşekkür etmiştir. Bu dönemde Katolik inanca dönmüştür. Ayrıca Franko'yu çıkardığı idam hükümleri için tebrik etmiştir. Ayrıca kişisel olarak da Franko ile tanışmış ve Franko'nun ninesini resmetmiştir. Franko'ya karşı hislerinin samimi mi yalancı mı olduğunu belirlemek imkansızdır.

Salvador Dali farklı alanlara ilgi duymuş, ressamlığın yanı sıra heykeltıraşlık, fotoğrafçılık ve filmcilikle de ilgilenmişti. Ancak, bilime apayrı bir önem verdi. 1930'larda ilham kaynağı optik ilüzyonlar ve çifte görüntüler, 1940'da Max Planck'ın kuantum kuramı, 1945'teki Hiroşima faciasından sonra atomun parçalanmasıydı. 1950'lerin başında, atom bombasını bir yana bırakmış, dikkatini Alman fizikçi Werner Heisenberg'in "tanecik"lerine vermişti bile.
1953'te, Nature dergisinin 171. sayısında, Watson ve Crick'in DNA yapısını açıkladıkları ünlü makaleyi okuyup Crick'in karısı Odile'in çizdiği çift sarmal yapıyı gördüğünde, "İşte" dedi, "Tanrı'nın var olduğunun en önemli kanıtı. DNA, Yakub'un genetik meleklerden oluşturduğu bir merdiven ve insanla Tanrı arasındaki tek bağlantı."
Bu tarihten başlayarak tam 23 yıl boyunca, DNA molekülünün yapısı, hem gündelik yaşamının, hem de sanatının ayrılmaz bir parçası oldu. Çift sarmalın, yaşamın temel şekli olduğuna inandı ve on kadar tablosunda bu simgeyi kullandı. "Kelebekli Manzara, DNA'li Sürrealist Manzarada Büyük Mastürbatör" (Butterfly Landscape. The Great Masturbator in a Surrealist Landscape with D.N.A.) adlı tablosunda, Freudyen simgelerle dolu araziye, DNA'yı üç boyutlu biçimde yerleştirmiştir.
25 Eylül 1962 tarihindeki Barselona sel felaketinde, boğulan ve kaybolan bine yakın kişinin anısına yaptığı 3 x 3.5 metre boyutlarındaki tablo, "Galacidalacidezoksiribonükleikasid" adını taşır. 2002'de, Florida'nın St Petersburg kentinde, denizin hemen kenarındaki Dali Müzesi'nde görme fırsatını yakaladığım tablonun yanındaki notta, Dali'nin zor telaffuz edilen bu adı, Gala, cid, ala ve dezoksiribonükleikasid sözcüklerinden oluşturduğu kayıtlıydı. Aynı nottaki bilgiye göre, "Gala", ressamın çok sevdiği, ilham kaynağı ve pek çok eserinin temel figürü karısının adı. "El Cid", 11. yüzyılda Berberilere karşı savaşmış İspanyolların ulusal kahramanı Rodrigo Diaz de Vivar'ın halk arasındaki adıdır. "Ala", Allah'ın kısaltılmış biçimi, "dezoksiribonükleikasid" de DNA molekülünün açık adıdır.

"Tanrı'ya inanıyorum, ama inançlı değilim. Matematik ve bilim, bana Tanrı'nın olması gerektiğini anlatıyor, ama inanmıyorum" diyen Salvador Dali, bu tablosunda bilim ile dinin karmaşık ilişkisini irdeler. İlk bakışta, dinin bilime üstünlüğünü anlatmaya çalışıyor gibi gözükse de, aslında birbirine paralel olduklarını, hatta simetrik temellere dayandıklarını ifade etmeye çalışır. Beş açık ve bir gizli görüntüden oluşan resmin birkaç yerinde rastlanan DNA çift sarmalı yaşamı; sağ tarafta, dörderli gruplar halinde tüfeklerini birbirine doğrultan erkekler ölümü, gökyüzündeki varlıklar, ölümden sonrasını simgeler.
Dali, benzeri konularda ve benzeri adlar verdiği başka tablolar da yapmıştır. Madrid'teki Museo Nacional Reina Sofia'da sergilenen "Dezoksiribonükleik Asit Arapları", ressamın bu eşsiz moleküle hayranlığının bir diğer kanıtı. DNA'nın simetrisini, durmaksızın, karısıyla ilişkisine benzetir: "Tıpkı Gala ve benim gibi birbirine tam uyan bu iki yarı, hiç şaşmadan bir açılıp bir kapanıyor. Hayat, dezoksiribonükleik asidin mutlak kuralına dayanıyor, kalıtıma o karar veriyor."
Dali, 1980'lerden başlayarak ölümüne dek, matematikle ilgilendi. Özellikle, sürekli fonksiyonların sürekli olmayanlara dönüşebileceğini ve bir fonksiyonun değerinin aniden değişebileceğini (yani sakin sakin duran bir köpeğin aniden üzerinize saldırmasının matematiksel ifadesini) gösteren Fransız matematikçi Rene Thom'un katastrof teorisine ilgi duydu. Son eseri Çatalkuyruk'da (The Swallowtail) olduğu gibi, çok sayıda matematiksel sembolü resimlerine taşıdı ve onlar aracılığıyla yaşam felsefesini yansıtmaya çalıştı, ancak DNA molekülüne tutkusunu hiçbir zaman kaybetmedi.
Dali bilime düşkünlüğünü, doğum yeri Figueres'te düzenlediği "Doğada Rastlantı" adlı kongreyle taçlandırdığında, artık 81 yaşındaydı. Konuşmacıların neredeyse tamamı, Nobel ödülü kazanmış bilim insanlarıydı. Kimyacı Ilya Prigogine, fizikçi Jorge Wagensberg, matematikçi Rene Thom oradaydı. Dinleyicilerin arasında bilim dünyasının ileri gelenleri, ünlü filozoflar ve sanatçılar bulunuyordu. Dali, yatağından kalkamayacak kadar hastaydı ve her şeyi kapalı devre televizyon kameralarının görüntülerinden izledi. Salvador Dali, bu kongreden üç yıl sonra 23 Ocak 1989'da öldü. Başucunda iki fizikçi ve bir matematikçinin kitaplarını buldular: Stephen Hawking, Erwin Schrödinger ve Matila Ghyka.
Dali için tartışılacak ya da yazılacak çok birşey olduğunu düşünmüyorum.Yukarıdaki bilgileri okumak bile insanı heyecanlandırabilir ama yaptığı işleri inceleme ya da bu sene acılan sergisini görme fırsatınız olduysa çok farklı bir boyuttan değerlendirme olağanı bulmuşsunuzdur.Dali için sinemada neler yapılmış bugünlerde onu araştırıyorum.Dali için daha önce bir belgesel hazırlanmış :Salvador Dalí ­- entrevista Soler Serrano' ve buna benzer bir kaç yapım da var ama benim ilgimi yakın zamanda duyduğum Little Ashes filmi çekti.ıspanyol-Ingiliz ortak yapımı olan bağımsız bir film .Luis brunel,Salvador Dali ve Federico Garcia Lorca arasındaki sanatsal ve sanatsalın otesindeki ilişkileri konu alıyor.film hakkında da birşeyler yazbailmeyi isterim.Önce filme ulaşmalıyım:) (filmin kısa özetini filmler-yorumlarda bulabilirsiniz)

Dali'den bu kadar kısa da olsa bahsetmişken en sevdiğim resimlerinden birini de buraya eklemeden geçemiyeceğim.The widow &Giraffe... sergide gözlerim hep onu aradı ...

The Accidental Husband


Henuz araştırma aşamasına gelmedim.Rasgele seçimler günlük filmler izliyorum.Bu son sabun köpüğü filmimiz de seçilerek düşünülerek izlenmedi :) Sıkı bir Tarantino hayranı olarak Uma Thurman'ı özlemişim ama böyle bir rolde degil tabi :) Kısa bir özetle filmi hemen geçelim: Radyo programcısı Miss aşk doktoru uma Thurman (Emma Llyod) aşk hakkında atıp tutup aklı kıt hayran kitlesini etkisi altında bırakırkenkendini bir anda söylediği seylerin tam tersini yapmak üzere bulursa ne olur? Tabi ki emma 'nın cok zengin kalbur üstü bir nişanlısı var ve evlenmek üzere ,bakın bu karakteri seviyorum ve aklıma da hep aynı looser adam geliyor artık Collin Firth :)Yapıştı bu roller bu adamcagızın üzerine artık alışmış olsa gerek cok da doğal yapıyor bu kaybetmiş ama aşık adam rollerini ...Benim kendisini yeni takibe aldığım bir oyuncu daha var filmde, ikidir onu romantik komedilerde görüyorum yine benzer karakterlerle Jeffrey Dean Morgan (Patrick Sullivan) filmde beni eğlendiren çok da renkli çekilmiş (ama cok da bilinçli olduğunu sanmıyorum) Hintli arkadaşların partisiydi.Hint eğlencesini filme koymak akıllıca ...cok değişik ve cok sevecen bu eglence tipinin insanlara hoş vakit geçirteceği garanti zaten.Dr.emma llyod'un fakir ama eğlenceli adama olan gel gitleri ve yineee gerçekleşmeyen bir dügün sahnesi ile tatli bir son ...Herşey bundan ibaret.Ama öyle yerden yere vurup of pof çekmek de manasız bu filmi izlerken.Kafayı boşaltıp soyle koltukta yayılarak izlenecek türden birşeyler ararsanız vakit geçirmek için hiç de fena olmaz.