Sinemasız hayat,tuzsuz popcorn gibidir...

27 Aralık 2010 Pazartesi

Otel odalarını sever misiniz? 1408



Az kalsın hatırlatmayı unutuyordum.1408'i izlemeyin.Bırakın o sadece Stephen King'in romanı olarak yazıda kalsın sizler için.Nasılsa Stephen King her şekilde okunur.
Açık söyliyeyim,Samuel L. Jackson'u severim.Güzel afişte onun da suratını görünce,(King okuyarak büyüdük tabi bir de) filmi izlemek kaçınılmaz diye düşündüm,John Cusack'ı hiç korku öğeleriyle düşünmesem de.Zaten kendisi de hiç korku öğeleriyle takılmadı.Acınası zavallı madur yazar!
Looser kitap yazarımız Michael,bir kaç güzel kitaptan sonra,korku hikayeleri yazan bir ucuzluk serisi yazarı haline gelmiştir.Belli ki Michael mutsuz,geçmişinde kötü bir kaç hayat hikayesi var.Bu yazar karakterine hiç şaşırmıyoruz tabi.Stephen King okuyanlar bilir,King'in en sevdiği baş karakter,korku kitapları yazan sorunlu yazardır.(Sanırım bu kendisinden çok şey içeriyor)Filmin süresi taş çatlasa iki saat bilemedin 3 saat olacağı için,Michael hakkında hiç karakter analizi yapılmadan,ne olmuş ne bitmiş anlamadan kendimizi onun ne idüğü belirsiz iç dünyasında buluveriyoruz.
Af buyurun dağınık senaryodan ben de dağıldım.Filmi şöyle bir özetlemeden konuya girmişim.Michael perili otelleri,perili şatoları gezip gezip hikayeler yazan bir yazardır.Dolphin otelin 1408 nolu odasından haberdar olunca orada da bir gece geçirmek ister.
Paldır küldür 1408 numaralı odaya yerleşmeye giden Michael,Otel müdürü Colin ile yaklaşık 5 dakikalık bir konuşma yapıyor.Colin kim mi? Samuel L. Jackson,kararlı,sert ve cüretkar otel müdürümüz.Sonra görüyor muyuz onu bir daha,evet cüceden hallice minibarın içinde.Eeeee,o koskoca afişte neden var o zaman?İşte etkili PR,pardon pardon şu taraftan bakalım,filmde başka oyuncu var mı? O zaman tabi afişi doldurmak adına yapılacak doğru bir hareket.
Dağınık odada ( oda gayet toplu aslında,odadaki hayaletlerin kafası dağınık) sanrıları ile1 saat geçiren Michael,aslında rüyada mıdır?Gözlerini açınca biraz şaşırırız.Şaşırmayı bırakın biraz kızarız.Öff bunun için mi izledim ben bu filmi diye.Sonra tekrar birşeyler olur.Aslında film güzel bir manevra yapar.Fakat amaç korkmaksa ya da korku filmi izlemekse,yanından bile geçecek bir durum yok ortada.
Bir yanım bir an söyle düşündü.Acaba Stephen King demode mi kaldı artık? Onun korku hikayeleri Ringulardan,Blair Witchlerden,Paranormal Activitylerden sonra çöpe mi gidiyor?Sonra düşündüm ki hala en iyi korku filmleri içinde yer alan Shinning gibi hikayelerin babasına haksızlık etmeyelim.Gerçi o hikaye Stanley Kubrick elinde hamur gibi yoğurulmuştu.filmden sonra Stephen King bu durumdan çok sikayet edip,Stanley Kubrick'le arayı bozmuştu...Acaba 1408'i izlediğinde ne düşündü?

23 Aralık 2010 Perşembe

Coen Kardeşlerden yine ciddi bir iş:A serious Man (Ciddi Bir Adam)



Film başladığı anda dedim ki yanlış şey mi izliyorum?Bu süpriz açılış beni bozguna uğratırken,Coen  Kardeşler izlediğimi hatırladım,süprizlere açık olmak lazım.

Bu tamamen bağımsız görünen açılış parçasından sonra,tahmini 1960lara gidiyoruz,çoğunlukla Yahudilerin yaşadığı,prefabrik görüntülü,iddiasız,çubuk antenli evlerden oluşan bir Amerikan kasabasında buluyoruz kendimizi.Bir üniversitede fizik profesoru olan Larry Gopnik,bu kasabavari yerde karısı,oğlu ve kızı ile ikamet etmektedir.Üstüne kalıcı misafir haline gelmiş,kardeşi Arthur da onlarla kalmaktadır.

Orta yaşa merdiven dayamış Larry,naif mi naif bir arkadaşımız.Kelimenin tam anlamıyla vur ensesine al lokmasını bir adam.Kıt kanaat geçinen kimseciklere bulaşmayan,hayatla ilgili  "hiçbirşey" yapmayan Larry,karısının onu iş arkadaşıyla aldattığını öğrenince bütün hayatı  altüst olur.Yaşadığı olanca şey üstüne hala ezik davranan Larry'in tek düşüncesi hiçbirşey yapmadığı halde başına neden bunların geldiğidir.

Evet işte Larry'nin de sorunu tam olarak bu : "hayatla ilgili hiçbirşey yapmazsanız,hiçbirşey beklemeyin."
Bunun üzerine komik bir dram izlemek isterseniz bu film biçilmiş kaftan.
Filmin handikap noktası ise gayet yahudi aleminde geçiyor olması.Larry mümkün olduğu kadar dinine düşkün olmaya çalışan bir adam ve bu isyanında da dini yardıma başvuruyor.Film,çok yerinde Yahudi inançlarından bahsederek,bu alan etrafında dönmeye başlayınca,dinle ilgili kısıtlı bilgisi olanlar için anlaşılması zor dakikalar da başlıyor.Eminim ki yahudi birisi için çok daha duygusal ve keyifli bir filmdir.Gerçi oen kardeşler bundan taviz vermese de yine de açıklayıcı bilgileri de filme eklemişler.(Dini boşanma kağıdını hiç değilse 2-3 kere karakterlere açıklattılar mesela)




Başrolde Michael Stuhlbarg rolün hakkını fazlasıyla veriyor.Zavallı tıknaz profesörü izlerken ya bu adam aslında düzgün bir adam diye düşünen sadece siz değilsiniz.Stuhlbarg fiziksel olarak da rolüne bürünmüş.Zira kendisi soldaki gibi
görünüyor.





Coen  kardeşlerin tarzını,kara komedilerini,kasvetli dramlarını,bezmiş karakterlerini seviyorsak,film tam bize göre.Ayrıca ben Coen kardeşlerin müzik zevkini de çok seviyorum.Jefferson Airplane'in muazzam "Don't you want somebody to love" yorumunu filme gömmek çok iç açıcı olmuş.Şarkıyı ne kadar da özlemişim...

22 Aralık 2010 Çarşamba

New York'ta Beş Minare


New York'ta beş minare! Evet gerçekten ilgi çekici bir film adı.Eminim ki bu ismi merak edenlerin sayısı da hiç az degil.E tabi filmi izleyince filmde çokça bahsi geçen,memleket hasreti ile hayalleri süsleyen Bitlis ile,yörenin meşhur türküsü "Bitlis'te beş minare" ye gönderme yapılmış olduğunu anlıyoruz.Peki Bitlis bu filmin içine niye girmiş onu bilmiyoruz.Kendi adıma tahmin yürütüyorum,sırf bu gönderme için Bitlis bu hikayede yer alıyor.Yani bu filmin bazı bölümleri Bitlisle değil de Muş ile bağlantılı olsaydı filmin adı  "Burası Newyorktur yolu yokuştur" olabilirdi.Yani bütün teknik detayları,ince işleri,karanlık bağlantıları,hücre evlerini geçtim,bu hikayede Bitlis olmasa böyle iddialı bir isim olmazdı.

Fragmanı üniversitede derslerde fragman işte böyle olur diye izletilen,Yönetmeninin basını reddedip özel bir gösterimle,çokça büyük lafla vizyone giren by Mahsun Kırmızıgül imzalı Newyork'ta beş minare izleyici sayısı olarak rekora doğru gidiyor şu aralar.

Türküydü,Arabeskti derken,okullu arabeskçi tartışmalarıyla ortalığı alevlendiren,bana hatırımdaki ilk  halini soracak olursanız:Seda Sayan'ın sevgilisi olarak tanıdığım Mahsun kırmızıgül,Beyaz Melek  filmi ile ilk yönetmenlik denemesi ile başarılı olacak bu adam fısıltıları ile karşılandı.Dopdolu bir dram olan Beyaz Melek,güçlü oyuncu kadrosu ile evet,Mahsun için başarılı bir başlangıçtı.Güneşi Gördüm ise Türkiye'den Oscar aday adayı olmuş bir film.Çok başarılı bir PR çalışması olan,afişinden,müziklerine,oyuncularından,çekimlerine emek harcanmış bir filmdi.Çok eleştirildi,beğenildi,hiç sevilmedi,dram üzerine dram yüklü,birden çok konuyu harmanlamaya çalışmış,böylece ucundan kıyısından herseye yaklaşan ama etliye sütlüye karışmayan dramoğlu dramdı.

Bir sene önceden başladı Newyork'ta beş minare'nin reklam çalışmaları.Mahsun'un yabancı oyuncularla Newyork'tan Bitlis'e kadar uzanan derin filmini konuşmaya başladı çevreler.Her zamanki gibi çok yazılan çizilen şeyler beni ittiği için gecikmeli izledim,gecikmeli yazıyorum.

Evet açılış sahnesi görsel açıdan çok başarılıydı.Filmin en iyi performansı kimindi derseniz,filmde havada kalan tarikat ve zikir sahnelerinde göz dolduran Ali Sürmeli.Hem sahneler hem de Ali Sürmeli müthişti.Ama ne içindi bu sahneler,böyle oluşumların aslında temiz oldugunu anlatmak için miydi?Kime benziyordu Ali Sürmeli'nin tiplemesi?

Haluk Bilginer zaten iyi bir oyuncu,bir ara ben bile Hacı dan süphelendim,sağ gosterip sol sallayacak diye.
Filmin süpriz ismi Mustafa Sandal için kim ne düşünüyor bilmem.Kötü değil hatta iyi performans.Ama  bu kadar yabancı yerli iddialı oyuncuyu bir araya getirmişken,neden basrolde Mustafa Sandal ile riske girilmiş bilmiyorum.Engin Altan Düzyatan'ın başarılı bulunan performansını ben filmde göremedim.Tamam iyi ve yükselen bir oyuncu ama filmin ne kadar önemli noktasında yeni oyunculara paye verirken bir kez daha düşünmek lazım.Ama Deccal gibi bir ayrıntıyı da filme ekleyip klişe ve tanımlayıcı bir replik yaratılmış.

Mahsun'un dağınık zihninin oyunculuğunu da yavaşlattığını düşünüyorum.Ayrıca illa oynamalı mıydı?Onu da düşünüyorum :)

Bana sorarsanız,memleket meseleleri,islami teror örgütleri,11 Eylül saldırısı ve saldırıdan sonra Amerikan Halkının müslümanlara tepkisi gibi sosyokültürel bir yığın mevzuyla ilgilenen Kırmızıgül'ün, bu hikayelerin ardına kan davası yüzünden elin adamını Amerika'da enseleyen,bunu kendine iş edinmiş Bitlis'li polis memurunun hikayesini saklaması yemegin tuzunu bir hayli kaçırmış.

Dip düşünce:Her ne olursa olsun New Yorkta 5 Minare'nin Recep İvedik 2 den daha çok izlenmesi Türk sineması adına çok sevindirici bir gelişme.

15 Aralık 2010 Çarşamba

Social Network:Biz arkadaş kazanırken,Mark ne yapıyordu?


Tabi bir Fight Club kadar sanat eseri değil,Seven kadar dahiyane mi? Zodiac 'a benzeten oldu mu kurguyu?

David Fincheri severim.Hatta çok severim.Ne zaman Fincher izlesem,bir anda mualif oluveririm.Neyle savaştığımızı sorgulamak isterim.Ama Fincher da insan değil mi? O da güncel seylere el atmak istemiş belli ki,yüzyılın icadı (!) facebook hikayesi eline düşmüş e adam bunu değerlendirmesin mi? Öyle ortalığı ayaklandıracak Fincher'i kınayacak çok da bir durum görmüyorum.Herkes durağan sularda yüzmek ister.
Ayrıca çok durağan su da zordur.

Şu noktada Social Network filmi çok zor: Hali hazırda sanal alemi anlatmak 1001010010 ları ete kemiğe büründürüp,"facebook" etrafında kopan gümbürtüyü seyirciye aktarmak!
Film çok tempolu,diyaloglar çabuk çabuk,Mark dahi ya,düşünceleri fırtına gibi! Bu filmde bir dünya kurmuyorsunuz,sadece bir durum anltıyorsunuz,aslında durum bile değil,öyle bir öğrenci çekişmesi işte,sadece ucunda milyar dolarlar var.Demek istediğim o ki,filmin başında nefesinizi alın gözlerinin açın,öyle sağa sola kafanızı cevirip de dikatinizi falan dağıtayım demeyin,zira Fincher metroya binmiş gibi.

Şahsen ben,bir facebook kullanıcısı iken bu olaylı ve de "Bir kaç düşman kazanmadan 500 milyon arkadas edinemezsiniz" gibi iddialı ve perde altından da dramatik söylemli bir sloganla yola çıkan "The facebook" pardon pardon The yı atıyoruz,sadece facebook (Cleannn...Yeri gelmişken Mr. Napster'den bahsedelim,süphesiz ki filmin en çakal,en beleşçi karakterini oynayan Justin ısınmış gözüküyor bu işlere.Etliye sütlüye değmeden,Eduardoya çukurunu kazdırıp içine gömen adam olarak gözüken Mr.Napster,filmin sonunda duyuyoruz ki hala facebook da % 7 hisseye sahip.Ama adam bu patlayacak yanar dağın isim babası,populerlik yolunda atılan ilk adım "the" yi kaldırmak! ) filmini görmek isterim.
Gördükten sonra peki ne hissederim? Mark'ın arkadaslık ilişkileri ben de iz bırakmaz ki...Vay be derim,dünyanın en genç milyarderi! Yaptığına bakarım...

İşte tam da anlaşılması gereken bu, kim nederse desin,Fincher bu anlamda yine başarılıdır!


10 Aralık 2010 Cuma

Günün sorusu:Yemek yemek,dua etmek ve sevmek üzerine kötü bir film yapılabilir mi?


Yemek yemek,dua etmek ve sevmek üzerine kötü bir film yapılabilir mi?
James Franco ,Julia Roberts ve Javier Bardem'e rağmen kötü bir film yapılabilir mi?

Bu iki soruya EVET yanıtı vermek kulağa hiç hoş gelmese de .EVET Eat Pray Love (Ye dua et sev ) kötü bir film olmuş.

Genel olarak metropol insanının (New York insanı da demek doğru) Calışan,yanlızlaşan,hırs içinde hayatta kalma savaşı veren toplum bireyleri haline gelmesiyle oluşan kronik insani mutsuzlugu dindirme cabaları anlatan aynı adlı kitaptan esinlenen film konudan beslenemiyor,ancak sığ sularda yüzüyor. Klasik Avrupa huzurludur,hindistan ve türevleri ermiştir.Tası tarağı toplayın oralara göçün,hayatınızı huzurrrrlllaaaaa yaşayın...felsefesini bünyeye salan film,kenarda birikmiş ufak serveti olan insanlar için alternatif oluşturabilir.(tası tarağı bile toplamadan sen kalk git italyada 6 ay kal ye iç gez,ardından hindistana git ordan Bali'ye filann....)

kendi adıma filmden en beğendim kare,Julia Roberts'in o mutheşem spagettiyi afiyetle yemesi ve koskoca bir pizza yerken,yüzyılın salgını kronik diyet hakkında kestiği ahkamlar.Evet artık cinsiyet bile gözetmeden metropol insanı hergün yedigi lokmaları sayıyor ve fazla kaçanlar için yattığında vicdan azabı duyuyor...Fakat tabi kimse de Julia gibi yiyip yiyip incecik kalmıyor :)

Benden tavsiye filme aç gidip,çıkışta bir italyan mutfağına gitmekte fayda var :)





12 Kasım 2010 Cuma

Şafak iki kerede sökecek:Twilight Saga:Breaking Dawn



Yüzdük yüzdük kuyruğuna geldik.Finali ikiye bölmek kitabın yoğunluğu açısından doğru bir yaklaşım olsa da,rant kaygısı eleştirilerini de beraberinde getirir.Çünkü iki filmin arası tam bir seneymiş!!!Evet evet tabi ki Alacakaranlık serisinden bahsediyorum.
Twilight (Alacakaranlık) bir bomba etkisi yaptı!
New Moon(Yeni Ay) bombanın etkisiyle kulaklarımızı sağır etti adeta.Tüm ihtişamıyla konuşuldu yazıldı,çizildi.
Eclipse ( Tutulma) noluyor ya biz aşıktık,onlar aşıktı,kim kime aşık,neden dövüş sahnesi izliyoruz ... vb..vb... gibi oldu mu ne? Ama olsun biz yine de seviyoruz bu hikayeyi ...
Eee  Breaking Dawn (şafak vakti) gelecek nefesi tutuyor muyuz sizce? Alacakaranlık'tan sonra sabırsızlandığımız gibi miyiz? Yeni Ay'da Jacob'un vucudunu izleyip de Edward'ı göremeyen genç kızlarımız bile yine de Eclipse için bilet kuyruğuna girdi.Eclipse'de David Slade'e ümit bağlamış bendeniz,Chris Weitz 'den gömlek gömlek iyi bir iş çıkartmış olsa da yine de (konunun da biraz ne istedigini anlamayan herkese aşık Bella tarafına kaymasıyla tabi ki ) bu kadar ilgi toplayan bir seri için başarısız yapımlar olarak tarihe geçecekler.

Kabul edelim Meyer'in bu çok fantastik ve fantazik aşk öyküsü,(edebi anlamda da bazı yerlerde tökezliyormuş) yeni yetme Hollywood yakışıklıları sayesinde pirim üstüne pirim yapıyorrr!!!

Başta da söylediğim gibi serinin son kitabi Safak Vakti ise diger kitaplardan daha yogun olmasi sebebiyle iki bolum olarak cekiliyormuş.Birinci bolumü 18 Kasim 2011de ikinci bölümü 16 Kasım 2012'de  vizyona girecek,iki bölümün de yonetmeni ise Bill Condon.Bill Condon'u yönetmen olarak Dreamgirls'ten,senarist olarak da Chicago'dan hatırlıyabilirsiniz.Genel duruşu itibariyle iddiasız ama düzgün işler yapmayı başarmış yönetmenin serinin en son ,en ihtişamlı kısmını çekecek olması beni düşündürüyor.Fantastik vampir dünyasının doruğa çıktığı Breaking Dawn'da bu mantıksız ama sürükleyiciyi öyküyü efektler ve olağanüstü makyajlarla mı destekleyecekler yoksa işin aşk,romantizm tarafından dem vurup Vampir çiftlerimizin aşkına mı gark edecekler bizi!

DIKKAT SPOILER *** Tabi ki Jacob ve Renesmee'nin hayli değişik aşk kavramını atlamıyorum.Merak içindeyiz doğrusu!Stephenie Meyer fantastik olduğu kadar çaktırmadan da tutucu düşüncelerini zerk ettiği kitabında aşkın sınırları ve mutahasıplık arasında çizdiği çizgi,filme ne kadar yansıyacak şu an kestiremiyorum açıkçası.
Burayı biraz açalım bence.Edward'ın evlenmeden olmaz tripleri,Bella'nın olası yaratık doğuracak olmasına rağmen kürtaja asla yanaşmaması,doğan bebeklerine babaanne ve annaanne isimlerinin karışımı olan sacmasapan Renesmee ismini vermeleri,Meyer'in çok fantazik-fantastik ama bir o kadar da muhafazakar olabiliceğini gösteriyor.Bence kitaba sadık kalınması  fanatikleri memnun etmek adına iyi bir adım olacaktır.
Vampir severleri de daha tatmin edecek bir yapım bekliyorum.Volturilere karşı toplanmış çeşit çeşit vampir cinsinin tasvir edildiği sahneler başarılı oyuncu secimi ve makyaj ile görsel şölene dönüşebilir.Belki bu kadar bekleyince Aro ve Cauis Voltori de biraz görüntü olarak kemale ermiş olur.(Tabi vampirlerin yaşlanmadığını unuttuk!)***
Bol karakterli bu kitabın hangi karakterlerine son filmde şans verecekler bilmiyorum ama populer Cullen ailesi en azından Tutulma da bizlere geçmişlerinden bir şeyler paylaşmışlardı.O yüzden kurtadamlarımızdan biraz aksiyon bekliyorum.Cünkü filmin aristokrat vampirler,sokak cocugu kurtlara karşı gibi,bakış açısına bağlı,yönetmenin yönlendirmesiyle de (bkz:Chritz Weitz bunu gözümüze gözümüze sokmuştu) ırkçı kaçabilecek bir tarafı da yok değil.

Çekimleri bu sefer basına daha kapalı başlayan filmden özellikle öpüşme kareleri basına yansıdı bile,ama daha resmi poster aşamalarına gelinmedi  ve trailerler  dönmeye başlamadı.








Böyle konuştuğuma bakmayın,seriyi beğenip beğenmemem çok önemli değil,bu garip vampir filmini ben de takip ediyorum.Kalitenin düşüklüğü,daha iyisini yapabilecek durumda olmak,hikayenin elle tutulur mantıkta olmayışı falan filan...bütün bunlara rağmen Alacakaranlık serisi bir şekilde bir çekim gücü elde etti.Burda da başarılı bir durum çıkıyor ortaya.Ben zaten duyduğum vampir filmini koşa koşa izlerim.Ama seri izletmek kolay değildir.İyiydi kötüydü,makyaj felaketti,Edward silikti,Jacob çıplaktı,Bella salaktı derken 3 filmi de vizyona girer girmez izlemedik mi?Cevap hep aynı gibi geliyor:Evet izledik!

O zaman burda Alacakaranlık serisinin iyi ya da kötü olması hiç farketmiyor.Takip edilme başarısı yakalamış bir yapımdır.Fanatiklere bol sabır,malum süre uzun!










Meraklısına not:Geri dönüp bir kez daha hatırlamak isterseniz:
http://belongcinema.blogspot.com/2009/07/twilight.html

http://belongcinema.blogspot.com/2009/11/alacakaranlk-efsanesiyeni-ay-ne-efsane.html
http://belongcinema.blogspot.com/2010/07/twilight-sagaeclipse-tutulma.html

ilk üç film için naçizane,nasıl da iyimser başlamışım :)

1 Kasım 2010 Pazartesi

Last Chance Harvey



Dustin Hoffman ismi bir filmi izlemem için yeterlidir.Hiç romantik dram izleyecek durumda değildim ama Dustin Hoffman'in gözleriyle bile rol yapmasını kaçırmak hiç doğru gelmiyor insana.Bu küçük ama dev oyuncuya tüm sadeliğiyle iri yarı Emma Thompson'un eşlik etmesi başta biraz tuhaf gelebilir ama iyi şeyler yanyana hiç sakil durmuyor.

Orta yaşı geçmek üzere olan Harvey,aslında çoğu mutsuz insandan birisidir.Başarısız bir evlilik yapmış,ayrılıktan sonra eşiyle kızından başka bir ülkede günlerini geçiren,yaptığı işten hoşnut değil ve işi teknolojiye yenilmek üzere olan bir adam.Eski karısı Londra'da tekrar evlenmiş ve mutlu bir evlilik sürdürmektedir.Kızının düğün törenine davet edilen Harvey,pazartesi günkü toplantısına da yetişmek düşüncesiyle plan yaparken,hafif çaplı bir mecburi izne çıkartılacagını sezinler.Yine de Londra'ya uçan bu yanlız adam,düğün kutlamalarında tam bir "ikinci sınıf baba"konumuna düşecektir.

Şimdi Harvey'i bir kenara bırakıp,Kate'e dönelim,Kate'de çıtır yıllarını çoktan geride bırakmış,Londra'da havalalında bir işi olan,sorunlu annesiyle sürekli ingilenen ve cevresinden ona bulunan koca adaylarıyla ümitsiz görüşmeler yapan bir kadındır.

Eeee,nerde birleşiyor bu hikaye?

Aslında tesadüflerle örülen bir aşk anlatımı filan yok! Pardon tesadüfler var da öyle çarpışıp,koklaşıp büyülendikleri sahneler yok filmde.Harvey Londraya indiği anda havaalanından cıkarken iki çift laf söylemek zorunda kaldığı bu kadını dönüş uçağını beklerken de görünce resmen,bariz kur yapıyor!
Seviyorum böyle filmleri.Adam beğeniyor kadını,asılıyor işte.Kaç yaşında olduğu önemli mi?Tamam biraz yaşlı ama ne de olsa eğlenceli biri!
Evet izlediğimiz şey sadece bu  iki hayattan ve hayattan ne bekleyip bazen ne alamadığımızdan ibaret!Çünkü birşeyler peşinde koşarken genelde ayağımıza dolanan fırsatları şansa çevirmiyoruz.Ya da şansımız bize önümüzde gülümserken arkadan  gelmesi gerekeni bekliyoruz.İşte film size böyle böyle şeyler hissettirebilir.

Dustin hoffman'ı izlemek de Kramer Kramer'e karşıyı ,Yağmur Adamı,hatırlatır."Vay Be" dedirtir,ne oyuncular vardı!

26 Ekim 2010 Salı

Hayat süprizlerle doludur ama kimin için?:Mine Vaganti/Serseri Mayınlar


Ferzan Özpetek'in beni bu kadar güldürebileceği hiç aklıma gelmezdi.Ama onun yeteneğine o kadar güveniyorum ki bu farklı tarz bile şaşırtmadı beni.Ferzan yapar! Herşeyi en ince ayrıntısına kadar işler.Size de sadece arkanıza yaslanıp keyfini çıkarmak kalır.Bugüne kadar çektiği filmlerde hep derin bir hüzün,yaralı bir aşk hikayesi olmasına rağmen,yüzümüze gülücük konduran sahneleri de serpiştirivermişti aralara.Ama Serseri Mayınlar farklı.Serseri Mayınlar,hüzünlü bir iç karmaşası,tutkulu ama imkansız bir aşk hikayesi,karmaşık ama sevgil dolu bir aile ilişkisi...Bütün bunları bize izletirken de bazen kahkahalara boğan keyifli bir durum komedisi.

Romada okuyan Tommaso,Lecce gibi küçük bir İtalyan şehrinin zengin ailelerinden birinin oğludur.Bölgenin makarna üreticisi köklü ailenin işlerini büyük ağabey Antonio babasıyla beraber yürütmektedir.Okulu bitiren Tommaso'nun da fabrikaya ortak olması için çalışmalar başlar.Fakat Tommaso Roma'da çok farklı şeyler hayal etmektedir.Tek istediği yazar olup,sevgilisi ile birlikte Roma'da yaşamaktır.Ayrıca herkesin atladığı küçük bir ayrıntı vardır.Bu köklü Lecce ailesinin küçük oğlu gaydir.Bu durumu ortaklık yemeğinde açıklamaya kararlı olan Tommaso konuyu ilk olarak abisiyle paylaşır.Fakat yemek tam bir faciaya dönüşür...Ortada çok daha büyük sürprizler vardır....

Ferzan Özpetek'in oyuncuları vardır.Kendi castı olan yönetmenleri hep beğenmişimdir.Farklı filmlerde farklı karekterleri oynasalar da yönetmenle aralarındaki uyum filmin başarısını bir kat daha artırır.Ferzan özpetek dde çoğu filmin de aynı oyuncularla yol almayı seçmiştir.Ferzan bu sefer Serrasız, bu filmde yeni yüzleri görüyoruz ama belli ki Özpetek onlarla da uyumu saniyede yakalamış.Takip edebildiğim kadarı ile İtalyan sineması çok başarılı genç oyunculara sahip.
İşte böyle kendi halinde ama bir o kadar da karmaşık bir aile öyküsü var karsımızda.Renkli insanları yine biraraya getiren Ferzan,karekterlerle kurduğu öyküsünü,duygularla süslüyor.Daha önce de çoğu kez eşcinsel ilişkileri perdeye taşıyan Ferzan Özpetek olaya hiç bu kadar espiritüel yaklaşmamıştı.Gülmekten kırılacağınız,müthiş doğallıkta diyaloglarla taçlandırılmış zengin bir metni var bu filmin.Büyükanne üzerinden göndermelerle,flashbacklerle anlatılan hikayenin,hırçın bir kız kahramanı da var.Umutsuzca aşık ama bir o kadar mantıklı.Çok gerçek hayatlar izlerken,çok masalsı hikayeler de dinletiyor Özpetek bize.Ahenk içinde dans ede ede bir film izliyorsunuz.Filmde bir eşcinselin gizlediği hayatıyla,sürdürmesi gereken hayatı arasındaki gel gitleri de tüm sadeliğiyle ortaya koyuyor yönetmen.

DIKKAT SPOILER!!!

Hatta bir ara aman tanrım bir kıza mı aşık oluyor bu çocuk!!! diyecek gibi oluyorsunuz.Ferzan Özpetek hakkında çok şey bilmiyorsanız bu tatlı aşk için umut bile besleyebilirsiniz.
Abartmadan da söyleyeyim,öyle bir intihar kurgusu var ki filmde,o bile zamanında,o bile huzurlu,o bile çok orjinal.(bilmem belki de abarttım :) ama gerçekten ince bir düşünce)

Veee baştan aşağı o coşkulu dil İtalyanca ile izlediğiniz filmin sonunda adeta bir tiyatro oyunu sona eriyor. Özpetek'in, filminin tüm karakterlerini ve zamanlarını birbirine geçirdiği parti sahnesinde çalan Sezen Aksu şarkısını  filmin ardından döne döne 15 dakika daha mırıldanıyorsunuz...

Memleketime çoktan bahar gelmiştir

Başakları şimdiden göğe ermiştir
Dağlarını gelincik basmıştır
Yer, gök ve yürek çiçek açmıştır

Kirazlar olmadan tez vakitte

Asmanın sürgün veren dallarında
Nergisin, zerenin taç yapraklarında
Seninle baharı kutlamaya geliyorum


başımı omzuna yaslamaya
Hayata yeniden başlamaya
Bağında, bahçende, pınarlarında
İçimi yıkamaya geliyorum


Caddelerinde kızlarla oğlanlar

Oynaşıyordur şimdi, ah! hem de nasıl
Başlayan, biten, tazelenen aşklar
Başlıyor ömrümüzde yeni bir fasıl...

15 Ekim 2010 Cuma

Julie & Julia


Tanrı Merly Streep'i korusun!Böylesine gerçek sade bir konuya bile enerjisini kattığı,tehlikeli ilişkilerin o çok kötü kalpli kontesi iken,sevgi dolu ve komik bir kadını böylesine canlandırdığı için ona sonsuz teşekkürler.
Evet size çok gereksiz bile gelse de ,aksiyondan teknolojiden başka birşey izlemem deseniz de Merly Streep'i Julia rolünde izlemeden bu dünyadan göçmeyin derim.Tamam tamam Amy Adams'ın hakkını yemiyorum.Tabi ki kendisi zaten herkesin dikkatini çekip,yeni başarılı oyuncular içinde yerini aldı bile.Duru ve sevimli yüzünü daha iyi rollerde bizden esirgemesin lütfen.
Julie ve Julia iki gerçek hikayeyi birbiriyle hiç kesiştirmeden harmanlayan,bunu bence çok da yerinde yapan bir anlatıma sahip bir yapım.Julie geçmişinde çok başarılıyken,yazar olmanın ucundan dönmüştür.Daha sonra bir anda kariyer planlarından vazgeçmiş mutsuz bir devlet memuru oluvermiştir.Arada sırada tökezleyen ama iyi bir evliliği vardır.Julia Child ise Fransız mutfağı hakkında çok hoş bir kitap  yazan daha sonra renkli kişiliği ile tv de de yapımlar gerçekleştirmiş bir aşçı ve yazardır.

Yakın arkadaşının Julie'nin dibe giden hayatını dergiye konu yapmasından sonra Julie silkinmeye karar verir ve kocasının da yardımı ile kendine bir blog sayfayı açmayı planlar.Peki ne yazacaktır? Çocukluğundan beri en sevdiği tarif kitabı olan Julia Child'in kitabındaki 524 yemek tarifini 365 gün içinde yapacak ve yaptıklarını yazacaktır...
Diğer taraftan Julia'nın Paris'e taşınmasıyla onun hayatını da filme dahil eden karelerle keyifli anlar başlar.Bu çok iri ama bir o kadar da sevgi dolu kadın,elçilikte çalışan kocası ile belli ki memleketten memlekete gezmekte ve gittiği yerlerdeki lezzetleri tatmaya adeta tutkundur.Fakat Fransız mutfağını çok fazla beğenir.Fransız yemekleriyle ilgili bir tane bile inglizce tarif kitabı bulamazken bir yandan da boş vaktini doldurmak için şapka tasarlama gibi saçmasapan kurslara gitmektedir.Bir anda ne yapmak istediğine karar verir ve çeşitli yemek kurslarını dener.Ev hanımları için açılmış basit kurslar onu kesmeyince kendini tüm ögrencilerin erkek olduğu ünlü Fransız Cordon Bleu adlı yemek kursunda buluverir.Artık tüm amacı İngilizce bir yemek kitabı yazmaktır.

Şimdi filme Julie tarafından bakınca,eminimki kendine bir blog edinmemiş olanlar hemen bir blog sayfası açıp doyasıya yazmak istediler.Hali hazırda blogu olup da vakit ayıramayanlarsa hemen başına geçip Julie gibi ünlü olmayı hayal ettiler.Hangimiz hayatta hayal ettiği işi yapıp ful kariyer sahibi olup çok mutlu oluyor ki? Bu soru da şöyle bir beynimizde gezindi dürüst olalım!

Ve filmin en sevdiğim şeyi şu oldu: kendimizi Julie'nin azmine kaptırıp sevgi dolu ve Julia'ya adeta büyük bir hayranlıkla bağlı bu genç kadının Julia'dan kocaman bir aferin alacagını bekledik durduk,hatta Julia gelecekti ona yemekler yapacaktı.Julie cok ünlü olacaktı.Ama yönetmen bizi söyle bir sarstı:"Abartmayınn...o kadar da değil.gelip geçici bir şöhret Julieninkisi Altı üstü başarılı bir blog! "

Ne demişti Andy Warhol? :)

Meraklısına not: Çok da spoiler vermek huyum değildir ama Julie'nin bu hareketi Julia Child tarafından pek de sevimli bulunmuyor.Cünkü Julie kendi kendine cebelleşiyor.Yemekleri beceremediği zaman kızıp kendini yerden yere atıyor.Küfürlü yazıyor.Julia Child ise Fransız disiplini almış bir hanımefendi. Julie den hoşlanmaması normal. Yılların emeği Julie’ nin bloguna günlük olmuş. Julie hakkındaki demeci “she is not a serious cook olmuş zaten.

13 Ekim 2010 Çarşamba

Hollywood Jönleri : Geçmişten bugüne ne değişti?


                                           
James Dean
                                                  
James Dean


Alain Delon
Böyle bir başlıktan sonra tüm sinema severlerin aklında James Dean adı yankılanmaya başladığından hemen James Dean ismi ile başlayıp,Alain Delon,Clark Gable biraz daha yaklaşacak olursak Marlon Brando,Robert De Niro,Robert Redfort gibi isimleri anıp,daha yakın geçmişimize zıplıyorum.(Burada parantez açmak lazım,Alain Delon ve James Dean hala Hollywood’un yetiştirdiği en yakışıklı isimlerdir.Milenyumu çoktan geçmiş olmamıza rağmen her yeni çıkan aktörde bir James Dean havası, Alain Delon asaleti eser.)




Sene 1986 Top Gun fırtınası dalgalanarak bütün dünyada esiyor.1981′den beri perdede olan Tom Cruise hedefi tam 12′den vurmuş.Artık Hollywood’un hali hazırda yeni bir yakışıklısı var.Tabi ki Tom Cruise yakışıklılığı ile dikkat çekti ama senelerdir tam 35 filmde aktör olarak boy gösterdi ve çok iyi yönetmenlerle çalışma fırsatı buldu.Böylece 80′li yılların Hollywood jönlüğü tasması da boynunda vicdan azabı gibi kalmadı aksine oyunculuğunda bunu avantaja dönüştürdü.Tom Cruise tüm yakışıklılık anketlerinde boy gösterirken,1990 yılında Pretty Woman’la haksızlık etmek istemem ama kariyerinin en parlak filmini çeken Richard Gere,o zamana kadar o kadar film çekmesine rağmen,filmin konusu ve filmdeki karakterin tarzı itibariyle orta yaşa yakın jönleri sollayıp tahta oturuverdi.
Sinemaya 1987 yılında adım atan 1991 de çektiği Thelma ve Louise’ye kadar pek dikkat çekmeyen ama o dikkati çektikten sonra da 2010 yılında bile en yakışıklı erkekler arasında yer alacak olan Brad Pitt ise gelmiş geçmiş en çok konuşulan Hollywood yakışıklıları arasındadır. Ayrıca Brad Pitt fiziksel görüntüsünü bence oyunculuğu ile aşmış çok çok iyi filmlerde çok farklı rollerin altından başarıyla kalkmıştır. Öyle ki birçok filmde oynadığı rolü ile Oscar’a aday olmuş fakat bir kez bile kazanamamıştır. Bunun sebebini sanat çevreleri Brad Pitt’in yakışıklılığı ile bu kadar ünlenmesine bağlıyor. Zamanında akademi bu kadar popülerliğe bir de ödül verme gereği duymamış. Mesela bana göre Pitt’in daha çok genç olduğu yıllarda 12 Maymun filminde sergilediği yardımcı erkek performansı çok da eşi benzeri olan bir çalışma değil.Kesin ödülle dönmesi gerekiyordu. David Fincher ile iyi bir ekip olan aktör,Dövüş Klubü’nde sergilediği başrol performansına,Benjamin Button rolüyle hiç de yaklaşamasa bile bu filmle en iyi erkek oyuncu dalında aday gösterildi. Tabi ki Milk ile “oyunculuk nedir?”dersi veren Sean Penn karşısında duramadı.Ama yakışıklılık adına geçen senelere rağmen sonuç değişmiş değil. Brad Pitt hala en yakışıklı anketlerinde yer alma potansiyeline sahip.
Eş zamanlı dönemlerde değişik tarzı,soğuk karizması,acayip rolleriyle her anlamda sinema dünyasındaki erkek oyuncuları sollamış biri varsa o da Johnny Depp’tir kanımca.Çok karizmatik ve çok bayan hayranı olmasına rağmen Johhny Depp,hep oynadığı filmler ve altından kalkılması zor rollerle anıldı.(ya da ödül törenlerinde giydiği çamurlu ayakkabılarla)Fiziksel özelliğinin performansını gölgelemesine izin vermiş değil kendisi.
Johhny Depp’in tahtına oturacağından emin olduğum Heath Ledger’in zamansız kaybı ise Johhny Depp’i hala benzersiz bir oyuncu kılıyor.
Bu listelerin en istikrarlı isimlerinden biri ise süphesiz George Clooney’dir.senelerdir hep orta yaşlı görünümü ile listelerin ortalarında.Great Expectations’la acayip parlayan Ethan Hawke,yine aynı hızla maziye gömülüp vampir olarak hortladı ama o dönemlerdeki çılgın hayranları geri döner mi bilemeyiz.
Jude Law,cold Mountain ve Closer ile bence başarılı parformanslar yakalarken Hollywood yakışıklıları arasına imzasını da attı. Eric Bana’yı Troy ile sevdik.Hatta bazı yorumcular Brad Pitt’in Eric Bana gibi bir yakışıklı ile oynadığı bu filmi onun ekran kariyeri için tehlikeli buldu.(bakınız:aynı şey Vampirle Görüşme’de Tom Cruise’ un başına gelmişti.Brad Pitt’in en parlak dönemlerinde,onunla kamera karşısına geçmesi kariyeri açısından talihsizlik olarak değerlendirildi.)
Aslında farklı roller,sanatsal işler peşinde koşan Christian Bale,o Wall Street takımları ve zengin görüntüsü içinde populer olup en yakışıklılar listesine girmekten kurtulamadı.
Ama sıralamalara bakacak olursak ileri yaşına rağmen hiç listeleri terketmeyen Hugh Jackman,Wolverine karakteri ile bomba etkisi yaratıp,Avustralia’da yine sert ama aşık erkek rolunun kendine çok yakıştığını gözler önüne serdi.Leonardo Di Caprio diye mırıldandığınızı duyar gibiyim.Leonardo,titanikte bebek yüzlü genç delikanlı rolü ile başlayıp şüphesiz çok kendinden beklenmeyen oyunculuk performansı ile çoğu insanı şaşırtmış.Artık karakter filmlerinin aranılan oyuncusu olmuştur.
Daha burda saysak günlerce okuyabileceğimiz bir sürü isim var şüphesiz.Bu arada aklıma gelmişken yukarda saymadığımız,Bruce Willis’den özür diliyoruz.Hepimiz Mavi Ay’ı bayıla bayıla izlemiştik.Harrison Ford ve Pierce Brosnan da unutmadık aslında
Bir de madalyonun diğer yüzü var tabi,herkesin ortak kararda olduğu Hollywoodun “liste adamları” olarak yazdığı isimleri,karizmalarıyla sallayan nice aktörler vardır.Nicholas Cage (o ve deri ceketi) ve ,Sean Penn,giydiği her kıyafeti üzerinde bir cok modelden daha iyi taşıyan Adrian Brody,Jean Reno….
Amerika kıtasını söyle elimizin tersiyle kenara ittirip,düşündüğümüzde ise son yılların rotayı Avrupa’ya cevirdiğini düşünüyorum.İspanyol Javier Bardem piyasada olduğu günden beri bir çok sanatçının listedeki yerini sallamıştır.Ayrıca oyunculuğu ile de her geçen gün çok iyi işler yapmaktadır.Fransız Vincent Cassel ise “en çirkin yakışıklı” olarak sürekli gündemde.(Öyle ki senelerdir en güzeller listesinde olan Monica Belluci’nin de kocası)Mexico doğumlu Gael Garcia Bernal ise yaptığı işlerle çoğu aktöre fark atmış durumda.Kötü Eğitim filminde hem çok güzel bir kadın,hem de çok hoş bir erkek olarak izlemiştik hatta onu.Demek güzel her şekilde güzel kalıyor…
Ama tabi yeni durumlar hiç de böyle değil.Oyunculuk adında çok iç açıcı şeyler yazılıp çizidiğini söyleyemeyeceğim ama 2009 premier anketine göz atarsak Hollywood’un yeni jönlerini şöyle bir görebiliriz
Oyunculuk kariyerinde Pineapple express ve spider man gibi filmler barındıran neyse ki Milk ile biraz çıtayı yükseltmiş James Franco,listenin ikinci sırasında bıraktığı Rob Pattinson kadar göz önünde olmasa da zirveye oturmuş bir Hollywood yakışıklısıdır.
Rob Pattinson hayranlarını kızdırmak gibi niyet içerisinde değilim ama iyi ki James Franco doğmuş diyorum.Zira Twilight’in ilk filminde bütün dişi aleminin gözünü boyayan Edward karakterine can veren Pattinson,bir Amerikan sineması deyimi “eye candy” likten öte gidememiştir.Fikrimce sadece belli açılardan iyi görüntü veren bu yeni yakışıklı,oyunculuk açısından ne yapacak daha bekleyip görmek lazım kannatindayiz sanırım hepimiz.Alacakaranlık serisini hiç saymayıp Remember Me’yi düşünürsek de,çok şahane oyunculuklar görmüyoruz.Fakat Dali’nin okul yıllarını oynadığı Küçük küller filminde Pattinson bence iyi işler yapacak gibiydi.Vampir popülaritesi ile rehavete kapılması çok normal.
(Ayrıca lütfen elinizi vicdanınıza koyun da düşünün,Vampirle görüşmenin Louis’i Brad Pitt,Hunger’in Thin White Duke ‘ü David Bowie, Zenci vampirimiz Wesley Snipes,True Blood -Eric northman’i lexander Skarsgard karizma bakımından Edward’la kapışır mı kapışmaz mı???)
James Franco ileriki yaşlarında nasıl filmlerde oynar bilinmez ama sanatsal olarak Milk’te ilk sınavını verdi ve de kanımca geçti.Ryan Reynolds da bir çok sinamesever tarafından takibe alınmış bir oyuncu olma yolunda ilerliyor.
Listenin altlarına indikçe oh be dedirten isimler yok değil.Zira “Jake Gyllenhall” ismini daha çok çok başarılı filmde duyacagız.Kendisi Donnie Darko gibi iddialı yapımlarda genceik yaşında harikalar yaratmış.Brokeback dağı gibi sansasyonel ve sanatın doruklarında bir filmde çok fazla uçlarda bir rolü alkışı hakederek kotarmıştır.The day after tomorrow,Zodiac,Jarhead ve Prince of Persia oynadığı diger iddialı yapımlar.
Lord of the rings serisinde Elf Legolas olarak dikkatleri üzerine çeken Orlando Bloom,Troy’daki Paris karakteriyle karizmayı çizdirse de belli ki hala popüler.1977 doğumlu olması itibariyle de en yeni yetme starlara göre daha ayakları yere basan rolleri üstlenebilecek kapasitededir.
Zac Efron’un High school musical ile 7-14 yaş kız çocuklarının ders klasörlerini ve odalarını süslemesini trajik olarak değerlendiriyorum.”Baby face”lakabını hakkıyla taşıyor o da yeter zaten.Vahşi kas yığını kurt adamımız Tyler Lautner’den de hiç bahsetmiyorum.

Bir de böyle bir anket yapılmış : Anketi görmek için TIKLAYINIZ.


Görüyoruz ki eski sözler hep doğru söyler.Ne varsa eskilerde var!





















Brad Pitt

Tom Cruise
   

21 Eylül 2010 Salı

Çağan Irmak is back: Karanlıktakiler


Eski püskü, müstakil bir ev, gördüğünüz anda o yılların eski kokusu burnunuza doluyor. Üç basamakla çıktığınız sokak kapısı sofaya açılıyor, yukarı çıkan merdivenin her basamağı ayrı ayrı gıcırdıyor. Ahşap rabıtalar yorgun düşmüş. O eski saatin tiz sesiyle pamuk yorganı üzerinden atan Egemen (Erdem Akakçe) annesi Gülseren Hanım?ın (Meral Çetinkaya) hazırladığı kahvaltıya iniyor, oğlunu tüm abartılı sevgisiyle memuriyetine geçiren annenin yüzündeki ifadeden bir şeylerin tuhaf olduğunu hissediyorsunuz. Bu zamanı yitirmiş ev Gülseren?in zihinsel karartılarıyla donattığı, hayattaki tek bağı olan oğlunu içine hapsettiği küçük bir cehennemden başka bir şey değil aslında. Karanlıklarla dolu yitik bir yaşam onların yaşadığı.Ama karanlık olan tam olarak neresi? Bu yaşadıkları cehennem mi, ruhları mı, yoksa bu cehennemi inşa etmelerini sağlayan geçmişleri mi? İlerlemiş yaşına rağmen bir reklâm ajansında ofisboy olarak çalışan Egemen, her sabah bu cehennemden normal hayata adımını atıyor ve fazla içine kapanık olsa da bu hayatla olan tek bağlantısı işine adeta âşıktır. Patronu Umay?a da? Gülseren ise yıllardır adımını evden dışarı atmamış, oğluna olan tuhaf bağlılığından başka hiçbir iyi şeyi olmayan, akli dengesi bozuk bir annedir. Kendi sanrıları içinde Egemen?i de normallik çizgisinden çoktan çıkarmıştır. Çağan Irmak,kendi fikrimce ticari kaygılı Issız Adam?dan sonra, Karanlıktakiler?le yine karşımıza insan hikâyeleri ile çıkıyor, kısa ve başarılı filmografisinde her seferinde başka şeyler yapıyor gibi görünse de özünde hep insani durumları işliyor. Bu daha içine kap
anık filmde de durum farklı değil. Genelde perdeyi dramla dolduran Irmak, bu sefer karşımıza tatlı bir durum komedisi havasında başladığı filmine, ikinci yarının son çeyreğinde ilerlediği türler arası geçişi keskin ama ustalıkla yapıyor. Oyunculuklar için söylenecek kötü söz yok zaten tiyatro kökenli oyunculardan oluşan kadroda, Erdem Akakçe ve Meral Çetinkaya ipi göğüslüyor. Gülseren?in kendi dünyasındaki hallerine aynı tuhaflıkta tepkiler veren oğlunun halleriyle eğlenirken, Egemen?in köşeye sıkışmışlığını, kırılgan iç dünyasını fark etmek, yaşadığı platonik aşkın çaresizliği kalbinizin bir kenarını kemiriyor film boyunca. İçinde bulunduğu karanlığa isyanı bile o kadar naif ki, onunla beraber siz de paramparça oluyorsunuz. Bu cehennemin zebanisi Gülseren?e kızıp, Egemen?i içinde bulunduğu durumdan kurtarmaya çalışırken, Egemen?in içindeki şeytan göz kırpmaya başlıyor, bu tutumla kara filmlere selam veren Çağan Irmak filmin son 20 dakikasına en afili şekilde imzasını atıyor. Gülseren?in başından geçenleri karaktere itiraf ettirme anı çok incelikli düşünülmüş. Gülseren?in bu tuhaf halinin sebebini anlatırken kullanılan kamera açıları, gerçekten görsel olarak çok doyurucu ve seyirci üzerindeki etkiyi çok güzel kuruyor. Bu hastalıklı anne oğul ilişkisinin en derinlerine inerken, Gülseren film boyunca izlediğimiz cehennemini niye oğluna da yaşattığını tek bir cümleyle anlatıyor?:
Ölmek kolaydı, ama sen vardın? 

20 Eylül 2010 Pazartesi

Inception:Sona yaklaşırken Başlangıç mı?


Müzikte,farklı bir melodi yaratmak için yanyana koyulacak nota kalmamış.Yani yapılabilecek bütün kombinasyonlar yapılmış gibi bir haber okumuştum.Demek ki ondandır,coverlarin çoğalması,çok fazla hit şarkı çıkmaması diye düşünmüştüm.Sinema sektörü de her ne kadar üzerindeki ölü toprağını silkelemeye başlasa da son zamanlarda Hollywood eski şatafatını kaybetti.Acaba yazılacak farklı senaryo mu tükendi? sorusuna doğru ilerlerken bir yandan bunun matematiksel bir şey olmadığını düşünürken,bir yandan da acaba mı diyorduk.Mesela Atom Egoyan gibi umut vaadeden yönetmenler bile çok yıldızsız filmlerin yeniden uyarlamalarını çekmeye başladı.(Bakınız:Chloe).Tim Burton ise  "Alice Harikalar Diyarında" ile dehasının çok altında bir uyarlama çekti.Tam böyle şeyler düşünürken,takip ettiğim yayınların birinde bundan tam 4-5 ay önce Başlangıç (Inception) ile ilgili bir yazı okudum.Evet Batman begins ve Dark Knigt ile büyük iş çıkartan,prestige ile hayran kitlesini zevkten dört köşe eden Christopher Nolan,hayli iddialı bir senaryo ile karşımıza dikilip sinema tarihini yeniden yazmaya niyetliydi.Merakla beklenen film vizyona girmeden önce konuşulmaya başlandı.Vizyona girdikten sonra,eğri ya da doğru internet üzerinde en çok tıklanan sinema sitesi http://www.imdb.com/ da acayip yüksek puan alarak yüzyılın en iyi 3 filmi arasına giriverdi.Birinciliği paylaştığı yapımlar ise The Shawshank Redemption ve Godfather.Hal boyle olunca da sinema salonuna kostura kostura gittik.Peki gercekten Nolan cok ozgun birsey mi yapmisti?Su ana kadar aklimizin ucundan gecmedik bir fantazi dunyasina mi gark olduk?Eger beklentimiz buysa,matrix cakmasi diye filmi elestirenler kervanina katilabiliriz.Fakat Nolan yaptığı şey hakkında benzersiz kelimesini kullanmış değil,sadece alışılmadık,çok emek verdiği,senelerini harcadığı bir film yaptıgını belirtiyor.Sonuç ise takdire şayan tabiki de.Zaten halen hazırda çok yetenekli olan yönetmen,senelerce kendinden beslediği senaryosuna,inci gibi oyuncuları dizip,şans meleği Michael Kaine'i de  dahil edince ortaya tertemiz,futuristik,eşine az rastlanır bir iş çıkmış.

İnsanların rüyalarına dahil olup hırsızlık yapan,bir çetenin lideri olan Dom Cobb (Leonarda Di Caprio),eşini kaybetmiş,eşini öldürmek sucundan yargılanmak üzere aranıyordur.Tüm bunlardan kurtulmak ve cocuklarının yanına dönebilmek için Saito (Ken Watanabe) adlı bir milyoner için iş yapmayı kabul eder.Cobb bu işlerde bir dahidir,fakat eşi Mal (Marion Cottillard) onun rüyalarını sabote etmekte,işler giderek Cobb için zorlaşmaktadır.İçinde bulunduğu bu karmaşık durumu rüyalarında onunla seyahat eden sağ kolu Arthur'dan (Joseph-Gordon Levitt) bile gizler.Daha bir çok dahiyane ayrıntı içeren senaryoyu spoiler vermemek adına kısa özetlemek gerekiyor.Böyle ufku geniş bir hikaye,Nolan'ın bilim adamı gözüyle,müthiş efektlere sahnelik ediyor.Çekilen her sahne sanat esiri niteliğinde.Hiç kirli görüntü yok.Öyle ki o rüyaların miamrı olup siz de tasarım yapmak isteyebilirsiniz.Leonardo bazı eleştirmen çevreler tarafından hep eleştirilse de yıllardır iyi yönetmenlerle iyi işlere imza atıyor.Görünen o ki Nolan da Leonardo'ya güvenmiş.Haksız da sayılmaz doğrusu.Leonardo her zamanki çizgisinde abartısız ve olması gereken oyunculuğunu sergiliyor.Ama bana sorarsanız filmin ağır topu Marion Cottillard.Bu Fransız,gizemli güzel,bir kere konuştuğu ingilizceyle alkışı ayakta hakediyor.Bu kadar Amerikalı gibi konuşabilmek için bile çok fazla efor sarfettiğini düşünüyorum.Üstelik de hem bu kadar masum bir havayla yola cıkıp hem bu "femme fatale" rolünü bence kusursuz kotarıyor.Ellen Page ve Joseph-Gordon Levitt ise geleceğin yıldızları arasında yer alacak isimler,Nolan adeta onların önünü açmış.

Uzun lafın kısası bu her tarafından emek akan,şahane film için söylenecek çok da kötü birşey yok.Ama pr çalışmalarına ve pazarlama ağına  takılıp da gaza gelip fenomen yaratılacak kadar da 'yani bir Godfather,bir Shawshank Redemption' ve daha niceleri tadında da birşey yok ortada.Farkındayım ki bütün bu filmlerler kıyaslamak yanlış belki de İnception'u.Kategori farkı,teknoloji farkı,tür farkı vs..vs..vs.. diye gider ama listeler böyleyken ve filmimiz bu listeleri iddialı bir şekilde sarsmışken,çoğu insanın aklından da film çıkışı bunlar geçer.


Sonuç olarak Nolan,Matrix çakması bir film yapmadı,sinema tarihinin en iyi filmini de yapmadı,kendi filmografisindeki en iyi işlerden birini çıkarttı,takipçilerini şaşırtmadı,çok iyi bir film yaptı,bence yapmaya da devam edecek.Christopher Nolan'ın adını daha böyle çok iyi filmlerle duyacağımızdan eminiz.Takipteyiz...

14 Eylül 2010 Salı

Acı Aşk


Bu filmi övmek istiyorum. Sebebi filmin çok iyi olmasından kaynaklanmıyor. Türk sinemasında böyle filmler izlemek beni umutlandırıyor, onun için. Acı Aşk, absurd, kara mizah ve arabesk türlerin birbiriyle harmanlanmış senaryosu ile ?farklı? bir şeyler yapma çabası içinde olduğunu izleyiciye hissettiren bir film. Onur Ünlü?nün kıvrak ve ironi dolu senaryosunu, daha önce yardımcı yönetmen olarak aşina olduğumuz Taner Elhan yönetmiş. Film aslında 4 kişilik bir aşk hikayesi maskesinin altında, çok daha derin insani duygular barındırdığından kendi içinde kargaşalar yaşamıyor değil, ama özellikle kara mizaha kayan yönleriyle bazı çok başarılı sahneleri ile Acı aşk izlenmeli. Bir erkeğin üç kadınla yaşadığı gayet tuhaf aşk çıkmazlarını anlatan bir rotayla başlayan filmin dümeni çevirdiği yer çok başka aslında. Bu başka yeri haklı olarak işlemekte zorlanan senaryo burada da kuvvetli durabilse film çok daha gösterişli olacakmış. Onu Ünlü? nün daha önce de senaryolarında kullandığı dil?in çok işlemeli olmayan ama dikkat çeken kullanımı ise bence filmin kocaman bir artısı. Şair kimliğiyle de tanınan Ünlü, edebiyatın teorisini ve şiir dizelerini senaryoya ustaca yerleştirmesiyle izleyiciyi küçük kelime oyunlarıyla meşgul ediyor. Tatlı romantik oyunlarla başlayan film, hayal kırıklıkları, yeni aşklarla devam ederken, bir anda içine 4 kişinin dâhil olduğu bir aşk karmaşasına dönüşüyor, fakat bu aşk çorbasında kimse iyi kalpli değil! Aslında film Aşk, ihtiras ve tutkunun insana kötü şeyler de yaptırabileceğini, ama aslında kötülüğün direk olarak insanın ruhuyla ilgili olduğunu bize içten içe söylüyor. Çok zengin olmasına rağmen üniversitede Edebiyat hocalığı yapan Orhan, Eskişehir?de hayatının kadını tarafından ald
atılınca, apar topar İstanbul?a gelir. İstanbul?da yaralı hayatını fotoğrafçı Oya ile sarıveren Orhan hızlı gelişen evliliğinin ardından ve yine hızlı gelişen trafik kazası ile hayatı zindana döner. Kör olan Oya?ya bir pislikmiş gibi davranan bu inişli çıkışlı, tuhaf  adam Orhan, tam karşı dairelerine onu aldatan sevgilisi Ayşe?nin taşınmasıyla alt üst olurken, okuldaki çıtır asi kız Seda?yla da vakit geçirmeyi ihmal etmez. "Bu nasıl cazibeli bir adamdır ki?? diye düşündüren karakter, Halit Ergenç?te hayat buluyor. Halit Ergenç karakterin cazibesini iyi göstermiş, soğuk, agresif, istekli ve zengin olduğunu belli eden bir erkeği oynuyor. Fakat bu zenginlik meselesi filmin içinde birçok kez vurgulanmış. Sebebi yaşanan aşırı lüks hayatın nereden finanse edildiğini hatırlatmak amaçlı olabilir. Filmin belli bir gerçeklik içinde kalması da istenmiş sanki bir yandan. Ergenç'in bu güçlü performansı dururken diğer oyunculuklara takılmıyorsunuz. Ama filmin en şaşırtıcı yönü Cansu Dere?nin kendisinden hiç beklenmeyecek kadar iyi performansı. Ekranda hep zayıf oyunculuğuyla eleştirilen Dere, filmde şu ana kadarki en başarılı performansını bizlerle paylaşıyor. Eğer filmin aşk oyunlarına dalarsanız, saf saf karakterlere acıyıp, içinden çıkılmaz durumu kafanızda çözmeye bile uğraşırsınız. Bu noktada ipuçları içermesi gereken senaryo da kendi haline o kadar dalıyor ki, izleyiciye tamamen kabullendiği durumu, filmi noktalarken, Guy Ritchie hatta Tarantino vari bir sonla acemice yıkıveriyor. Bazı yönleriyle Ertem Eğilmez?in son filmi, Türk sinemasının gözde absürd komedilerinden olan Arabesk?e göndermeler bile yaptığını düşündüğüm hikâye, yine güzel bir son hayal ediyor ama dümeni çevirirken gideceği mesafeyi gözüne pek kestiremiyor.

26 Ağustos 2010 Perşembe

Bazıları iki kez izler...Snatch vs Egemen

Birtakım izleyici vardır,sevdiği film oldu mu,bırakın ikiyi defalarca izler.Benim de defalarca izleyip,yine de izlemek istediğim az sayıda da olsa film olmuştur.Ama sürekli başka seyler izleyip,farklı filmler görmeyi tercih edenlerdenim.Hatta böyle 10 kere 100 kere aynı şeyi izleyenlere hafiften gıcık olurum.Şimdi bugünkü konumuz bizzat bir filmi sayısı bilinmeyen kere izleme potansiyeli olan insanlardan birisiyle ilgili.Hayatımın en keyifli,en tasasız günlerini birlikte geçirdiğim,37 ekran monitöründe günlerce aynı filmi izlediğini gözlemlediğim canım kardeşim Egemen,ilk aklıma gelen Snatch oldu.Guy Ritchie'yi ailecek severiz.:)Egemen Snatch'i sayısını hatırlamadığım kere izlemiş,Brad Pitt'in çingene aksanını da muazzam taklit edebilir hale gelmiştir.Film zevkimiz hep aynı sularda seyretse de, oturup benimle Pedro Almodovar izleyen yegane insanlardandır.(Annem Hakkında Herşey'in sonunda gözlerinin dolmuşluğu bile vardır)VCd'nin kral olduğu günlerde,bütün evimizi kaplayan Cd kutuları, dvix formatına olan hayranlığı ile aslında acayip bir film koleksiyonu sahibi olabilecekken,dağınıklığı yüzünden muhtemelen hepsini kaybetmiş ya da bir yerlere bağışlamıştır.Hastası olduğum Tarantino'yu başlarda ısrarla sevmemiş,Inglorious Basterds'la yola gelmiştir.Birçok dizi serisi tamamlamış,Star wars serisini yılın belirli günlerinde hala izlemektedir.Kurcalasak ceplerinden film arşivi çıkartabilecek kapasitede gördüğüm canım kardeşim,hala iyi bir izleyicidir.Bugün kendisi 24. yaşını bitirirken,bundan tam 24 sene önce bugün,şımarık ve bencil hayatıma bir kabus gibi girip :) ,dünyanın en sevilesi kardeşi olduğu için ona teşekkür ediyorum.


Happy Birthday Bro...Live Long...Love U...

Günün filmi : SNATCH

Guy Ritchie Lock,Stock and two smoking barrels'la sinemaya adım attığında bu uzun isimli filmle çok sükse yaptı,çok da beğeni kazandı.Amerikan komedi ve suç filmlerine yeni bir bakış açısı getiren yönetmen,2000'de snatch'le karsımıza çıktı.Bu sefer kadroda Brad Pitt gibi bir star olunca filmin pr çalışmaları da daha hızlı oldu.Brad Pitt ve o dönemlerde ekranda yeni görünen Brad Pitt'e benzetilen Benicio Del Toro'yu aynı filmde oynatmak da zekice bir fikirdi,kabul edelim.Filmin akıcı konusu,alışılmadık kamera açıları ve müzikleri her açıdan doyurucuydu.Brad Pitt'in bu film için çalıştığı çingene aksanı ingilizce ise filmin sonunda ayakta alkışlanması gereken bir performans.

Kısaca,para için dövüşen bir çingene,mafya tarafından kiralanarak dövüşlere çıkartılır ve parasını alıp yenilecektir.Tabi işler kimsenin umduğu gibi gitmez. .Ritchie'nin en iyi filmlerinden birisi olarak enerjik filmi arşivimize koymalıyız.Zira kendisi Madonna'dan sonra halen toparlanmadı.

Bu akşamki Snatch gösterimini Egemen için yapıyorum. :))) hayat sana iyi davransın :)










25 Ağustos 2010 Çarşamba

Hayat kısa : Heath Ledger

 
 Christopher Nolan yapımı iddialı The Dark Knight ( Kara Şövalye) yapılmış en iyi Batman filmleri arasına girerken, Heath Ledger da bu filmdeki Joker rolü ile kariyerinin, hatta sinemanın en iyi oyunculuklarından biri ile bütün sinema kulislerine bomba gibi düştü. O ana kadar Heath Ledger’i hiç izlememiş olanlar bile onu o mor takımı, yüzüne çok yakışsan makyajı ve olağanüstü Joker yorumuyla perdede ilk gördükleri andan itibaren koltuklarına çakıldılar. Aslında 90’lı yıllarda oyunculuğa başlayan Avusturalya’lı oyuncu 1998’de senden nefret etmemin 10 sebebi adlı romantik komedi ile ABD sinemasına merhaba dedi. Bu hafif başlangıç filminden sonra takipte olanların hatırlayacağı Patriot ( Vatansever) filminde Benjamin Martin’in ( Mel Gibson) oğlu Gabriel Martin’i canlandırdı. Filmdeki sert oyunculuğu ve fiziksel özellikleri ile dikkat çekmeyi başaran oyuncu, yine aynı yıl bol ödüllü Monster’s Ball filminde de rol aldı.

Kendisine karakter oyunculuğu yolunu açacak yapım ise 2003’de oynadığı Ned Kelly adlı film oldu. Ned Kelly adında Avusturalyalı bir suçluyu canlandırdığı filmdeki oyunculuğu usta yönetmenlerce tam not aldı. Bu filmle Ang Lee’nin dikkatini çeken Heath Ledger, Brokeback Dağın’nın sürekli küfredecekmiş gibi dişlerinin arasından konuşan, biraz aklı eksik, kaba saba biseksüel kovboyu Enis Del Mar rolü ile 2005 yılında birçok ödül ve adaylık kazandı. Sinemanın en sansasyonel ve cesur filmleri arasında gösterilen Brokeback Dağı’nın çekimleri sırasında Ang Lee aktörden bir oyunculuk harikası olarak bahsetmiş ve sinemanın yeni Marlon Brando’su olacağını söylemişti. Bu filmin çekimleri sırasında tanıştığı Michelle Williams’la nişanlanan Ledger kısa bir süre sonra bir kız çocuğuna sahip oldu. Bu rolüyle tam 28 ayrı organizasyon tarafından en iyi aktör ödülüne aday gösterilen Ledger ,bu organizasyonların sekizinden ödülle ayrıldı.Brokeback Dağı ile yeni dönem oyuncular arasından çok üst sıralara yerleşen Ledger,bu cesur rolün hemen ardından Casanova adlı filmle karşımıza çok farklı bir karakterde çıktı.Yine 2005 te rol aldığı Grimm Kardeşlerdeki performansı ile oyunculuktaki serbestliğini perdeye taşımış ve fantastik rollere yatkınlığını göstermişti.

Bob Dylan’ın hayatından kesitler anlatan I am not  Here ‘de boy gösterip,uyuşturucu bağımlısı bir şairi oynadığı Candy filmlerinden sonra,2008 yılında karşımıza Joker olarak çıktı.Bana kalırsa The Dark Night filmini en iyi Batman filmlerinden birisi yapan,tekrar tekrar izlenen filmler arasına sokan bir eşsiz bir performans sergilemişti Heath Ledger.Ses tonundan, yürüyüşüne, bütün mimiklerine kadar, acımasızlığını perdeye yansıtması eşsiz bulundu. Sergilediği bu performans Ledger’e, tam 29 ayrı organizasyonda en iyi yardımcı erkek oyuncu ödülünü kazandırdı. Aynı performansla en büyük beş ödül organizasyonunun (Oscar, Bafta ve Golden Globe, SAG ve Critics’ Choice Award ) hepsinden ödülle ayrılan sekiz aktörden birisi oldu. Ama maalesef Heath Ledger bu ödüllerden hiçbirini evine götüremedi.2008 yılının Ocak ayında Manhattan’daki dairesinde ölü olarak bulunan Heath Ledger’in ölüm sebebi kayıtlara reçeteli ilacın yanlış kullanımı olarak geçti. Ama bazı kaynaklara göre uzun süredir insomnia hastalığı olan Ledger’in kızının annesinden ayrıldıktan sonra çok fazla uykusuzluk çektiği için depresyona girmiş ve ilaçların dozunu çok artırmış olmasıydı. 2000’li yılların en iyi aktörleri arasına giren Heath Ledger,29 yaşında vefat ettiğinde arkasında çoğu oyuncunun hayatı boyunca yakalayamadığı başarılar ve The Imaginarium of Doctor Parnassus filmindeki Tony rolünü bıraktı. Filmin yarım kalan çekimlerine Tony rolünde ölümünden derin üzüntü duyan arkadaşları Johhny Depp,Jude Law ve Collin Farrel’la devam edildi.Aktörlerin filmden aldıkları ücret Ledger’in kızı Matilda Hesabına yatırıldı.Ölümünden 1 yıl sonra kazandığı Oscar’ı onun adına sahneden annesi babası ve kız kardeşi aldı.

Meraklısına not: Asıl adı Heathcliff Andrew Ledger olan aktör 4 nisan 1979’da Avustralya’da doğdu. İlk kez, 1996 yılında bir TV dizisi olan Sweat'de eşcinsel bir motosikletçi olan Snowy Bowles rolü ile ekranda göründü. Onu izleyebileceğiniz son filmi ise The imaginarium of Dr Parmassus.22 Ocak 2008’de vefat eden Ledger, ölmeden önce İskoç senarist ve yapımcı Allan Scott'ın The Queen's Gambit adlı 1983 yılında basılan kitabının uyarlamasında yönetmen ve aktör olarak yer almayı planlıyordu. Ölümü ile ilgili basında yer alan en çarpıcı iddia ise Ledger'ın deli bir suçlu olan Joker rolünü almasının onu ölüme ittiğiydi.

Tamamen kişisel notlar: kariyerine hafif çaplı romantik komedilerle başlayan Heath Ledger,kolay yönden meshur olmak için popüler filmleri seçmemiş hep Johnny Depp vari bir kariyer çizmiştir kendine.
Ayrıldığı nişanlısı aynı zamanda kızının annesi Michelle Williams'ın Ledger'in ölümünden sonra yaptığı acıklamalardan bazıları Ledger'in dahiye yakın bir sanat adamı olduğu yönünde ipuçları veriyor.Çoğu zaman Ledger'in uyumadığını,oynayacağı rol için günlerce sürekli düşünüp prova yaptığını,her zaman rolünü yorumladığı,dümdüz metne bağlı oynamadığını belirtmiştir.Oyunculuk konusunda yeteneği ortada olan Ledger,eğer ölmeseydi,muhtemelen senaryo çalışmalarından birkaçını izlemiş olacaktık.Brokeback Dağı'ndaki performansı tabi ki Jake Gyvenhall'la beraber izlenen en iyi tutkulu aşk performansları arasına adını yazdırmıştır.





18 Ağustos 2010 Çarşamba

Bir zamanlar bir Stephen King vardı...


Korku edebiyatının kralı Stephen King, 1974 de yayınlanan ilk romanı Göz’den (Carrie) beri yazdığı kısa öykü, hikaye serileri ve romanlarla bu karanlık edebiyat dalına birçok birçok eser vermiştir. Yayınlanan her romanı uzun süre en çok satanlar listesinde kalan King, sinema ve televizyona birçok film ve dizi hediye etmiştir. Özellikle,80’ler ve 90’larda korku ve gerilim sineması Stephen King’den bolca beslenmiş, eserlerinden uyarlanan birçok film klasikler arasında yerini almıştır. Korkularıyla yüzleşen yazar karakterler, canlı gibi davranan nesneler, çıldıran hayvanlar, mistik güçler gibi bir çok türde eserler veren King’in hayal dünyasını sinema sektörü oldukça sevmiştir.

1947 yılında Porland’da doğan King, çoçuk yaşlardan başladığı çizgi roman ve hikaye tutkusuna, öğretmen olduktan sonra da devam etmiş. Birçok kısa öyküsü çeşitli yerel gazetelerde yayınlanıp beğeni toplarken, romancılığa başlayan King, insani korkuların,özellikle de kendi korkuları üzerinden esinlenip yazdığı benzersiz hikayelerle Newyork bestseller listelerinde en uzun süre 1. sırada kalan yazarlardandır.Romanlarının yanında Kara Kule (Dark tower) isimli hikaye serisi de dünyada en çok satan seriler arasındadır.Gerilim,korku sinemasının yükselen yıllarında Stephen King bir yazarın bu kadar verimli olması ise sinema sektörünün King’in romanlarını adeta yağmalamasına yol açmıştır.Çoğu zaman hikayelerini berbat ettiği gerekçesiyle yönetmenlerle arası bozulan King,buna rağmen sinemaya 51 film,14 kısa film,6 tv dizisi,9 tv filmi ve cesitli müzik videoları vermiş bir yazardır.Sadece gerilim türüyle sınırlı kalmayan King sinemaya Esaretin Bedeli (Shawshank redemption) ,Yeşil Yol (gren mile),Atlantis (Hearts in Atlantis) yüzyılın en iyi filmleri listesinde gösterilen filmlerin altına da imzasını atmıştır.

 Her ne kadar Kubrick saheseri olarak anılsa da korku türünün en önemli örneklerinden sayılan The Shinning (cinnet) ,Stephen King ‘in aynı adlı romanından uyarlanılarak çekilmiştir.(Kitap türkiye’de Medyum adıyla basılmıştır ) kocaman bir otelde kışın ailesi ile birlikte bekçilik yapmak için yerleşen yazar Jack torrance (Jack Nicholson) bu izole edilmiş ortamda çeşitli olağandışı olaylarda cinnet geçirmesini konu alan film,Kubrick’in kendine özgü yorumu ve Jack nicholsun’un muhteşem oyunculuğuyla, kült filmler arasında yerini almıştır.böylesi bir filme rağmen Stephen King,kitabını mahvettiği gerekçesiyle Kubrick’ten nefret ettiği açıklamasını yapmıştır.Stephen King çoğu romanında içine kapanık sorunlu yazar tiplemesini kullanmıştır.Kubrick de Medyum daki bu karakteri kendi hayalgücüyle harmanlayarak bambaşka bir etki yaratmıştır.

The shinnig’in bu başarısından sonra gözünü King kitaplarına diken yapımcılar,hemen arkasından satış grafiklerini alt üst eden kitabı Cujo’yu filme cekmek için kolları sıvadılar.Fakat Cujo beklenen başarıyı yakalayamadı.

Dönemin korku filmi yönetmenlerinden John Carpenter 83 yılında Christine adlı kitabı King ile beraber senaryolaştırarak başarılı bir film ortaya koymuştur.Katil bir arabanın insanları esrarengiz bir şekilde yok etmesini konu alan film,Stephen King in nesneleri kullanarak yarattığı gerilim hikayelerine çok güzel bir örnek teşkil eder.

Bir palyaço katilin okulda estirdiği terörü konu alan ‘It’ romanı,Tv filmi olarak çekilmiş (filmin Türkçe adı ‘O’) bugün izlendiğinde komik gelebilecek sahneler içerse bile 90 ların başında palyaçolardan nefret eden bir kuşak yetişmesine sebep olacak kadar etkili olmuştur. J.

King’in çocukları ve arkadaşları yaşadıkları yere yakın otoyolda ölen hayvanları evin arka tarafında bulunan ormanlık alana gömerlermiş ve burada minik bir hayvan mezarlığı oluşturmuşlar.Evin arkasındaki bu küçük mezarlıktan esinlenerek yazdığı ‘Hayvan Mezarlığı’
ise 1989 da film olarak çekildi. Senaryo filme gayet bağlıydı.Bol kanlı ve gergin bu film o yıllarda o kadar çok ses getirdi ki,1992 yılında tamamen yeni senaryoyla yazılmış Hayvan Mezarlığı -2 çekildi.Bugün için biraz beklentilerin altında kalan bir yapım olabilirdi ama 90 larda gişe rekorları kırdı.

Sadece korku, gerilim filmlerine babalık yapmakla kalmayan Stephen King’in Rita Hayworth and Shawshank Redemption adlı öyküsünden 1994 yılında Frank Darabot tarafından sinemaya aktarılan ‘ Shawshank Redemption’ gelmiş geçmiş en iyi filmler arasında gösterilen, IMDB ‘de en iyi 250 film arasında 1 numarayı göğüsleyen bir yapım olmuştur. Şaibeli bir şekilde karısını öldürmekle suçlanarak Shawshank hapishanesine gönderilen Andy Dufresne (Tim Robbins) hapishane hayatına farklı boyutlar getirecektir. Türkçe ismi Esaretin Bedeli olan film yedi dalda Oscar’a aday olmuş, Tim Robbins ve Morgan Freeman’ın muhteşem oyunculukları ile çoğu sinemaseverin arşivlerinde yerini almıştır.

Shawshank Redemption’un bu inanılmaz başarısından sonra bir kez daha bir  Stephen King uyarlaması ile karşımıza çıkan Frank Darabot’un kadrajında bu kez ‘Green Mile’ (Yeşil Yol) vardı.Stephen King’in aynı adlı romanının konusu kısca şöyledir: Oldukça iri yarı biri adam olan John Coffey, (Michael Duncan) iki küçük kızı öldürmek suçundan idama mahkum olmuştur. Ürkütücü görünümünün aksine oldukça ince ve karmaşık bir iç dünyası olan Coffey, bazı doğaüstü güçlere sahiptir. Hapishanenin infaz odası başgardiyanı Paul Edgecomb'un(Tom Hanks) ona gerçekten suçlu olup olmadığını sorması ile birlikte aralarında bir diyalog başlar. Hasta olan Edgecomb'un Coffey'İn güçleri sayesinde iyileşmesiyle olaylar gelişmeye başlar. Frank Darabot mümkün olduğunca romana bağlı kalıp yaklaşık 3.5 saatlik bir film çekmiştir. Çekimlerin yapılacağı mekan olarak, şimdilerde artık kullanılmayan Tennessee Eyalet Hapishanesi seçilmiştir. İç kaldırıcı gerçeklikte infazların yapıldığı elektrikli sandalyenin tasarımı yapılırken New York`taki Sing Sing hapishanesindeki gerçeğinden yararlanmıştır.

1999’da geçirdiği trafik kazasından sonra uzun süre sağlığına kavuşamayan Stephen King ,2001 de kendini tekrarladığı gerekçesiyle yazarlığı bıraktığını açıkladı.Fakat bu açıklamadan sonra bile yazmaya devam etti.90’ların sonlarında durulan Stephen King ‘in korku kuşağı 2004’te çekilen Secret Window adlı filmle kıpırdandı.Yine başkahramanı bir yazar olan hikaye de Johnny Depp’in boy göstermesi ise cabasıydı.

30 Temmuz 2010 Cuma

Lost in Translation/ Bir Konuşabilse


Az çok sinema ile ilgili her insan Francis Ford Coppola ismini duymuştur.Sinemanın Drakula,Frankeistein,sleepy hollow,Jeepers Creepers gibi korku klasiklerinin yapımcısı (hatta bazılarının yönetmeni)olmasının yanında,Baba üçlemesinin de yapımcılığı ve yönetmenliği üstlenmiş önemli sinema adamlarındandır.Bu başarılı sinema adamının ailesinden de sinemaya katkıda bulunan insanlar çıkması tesadüf değil tabi ki ,Nicholas Cage ,Coppola'nın öz yeğenidir mesela,ilk aktörlüğe başladığı yıllarda Nicholas Kim Coppola olan adını soyadı konusunda hassas davranıp,torpilli damgası yememek için kullanmadığı bile söylentiler arasındadır.Lost in Translation'la büyük çıkış yakalayan Soffia Coppola ise bizzat Francis Ford Coppola'nın kızı.Oyunculukla başladığı sinema yolculuğu,çektiği 4. filmi Lost in Translation ile yönetmen olarak kabul gördü.

Sessiz sakin kendi halinde film yapmak içten gelen bir ustalık ister bana göre.Lost in Translation da tam böyle bir film.Kendi halinde,gayet insani,günlük şeylere güldüren,duru bir film.Hayalet avcıları serisi ile  çok sevdiğim Bill Murray'i yaşlanmış da olsa o dingin ifadesiyle perdede görmek beni ayrı sevindirdi.Soffia Coppola bu sakin filmine sakin yüzler aramış belli ki.Scarlett Johanson da donuk ve abartısız oyunculuğuyla kronik bir mutsuzu kusursuz oynamış.Eşinin işi yüzünden bir haftalığına Tokyo'ya gelen mutsuz ve sıkılmış genç kadın Charlotte hiç de tarzı olmayan bir adamla evlenmiş ne aradığından çok da emin olmayan genç kadındır. Aslen bir aktör olan Bob Harris ise sırf para kazanmak adına bir Japon reklamında oynamak için ülkeye gelmiştir.Bob Harris de ünlü kimliğinin yanında tam evli ve çocuklu erkek hayatı da yaşayan ,kendi hayatına ait sorunları gayet kabullenmiş olgun bir adamdır.Vakitlerinin çoğunu otelin lobisinde geçiren bu iki insan birbirine yakınlaşır.Standart hayatlarını sürdürmenin sıkıcılığından kaçmak için çok da eğlenceli bir şehir olmayan Tokyo'da birbirlerine arkadaşlık eden yaşça ve tarz olarak çok farklı olan iki insanın üzerinden hepimizin günlük yaşantısında yaşadığı ertelenen sıkıntı ve mutsuzlukları güldürerek düşündürerek anlatan Soffia Coppola,bu kıvrak ama dingin senaryo ile 2004 yılında en iyi özgün senaryo dalında Oskarı kazandı.

İsmini "çeviride kaybolan anlamdan"alan film,bu pek de kapalı kutu ismi filmin içine dağıttığı Japonca tercüme sahneleriyle seyirciye çok eğlenceli bir şekilde anlatıyor.Milyonlarca Japonca kelime duyan Bob çeviri karşılığında iki kelime alınca,zaten sevemediği Tokyo'da iyice içsel sorgulamalara dalıyor.İşte Soffia'nın filme yakıştırdığı ismin gönderme yaptığı alt metin tam da bu! İnsanlar hayatları hakkında kendi iç dilleriyle çok şeyler düşünürler ama çoğu zaman bunu başka birine tercüme ederken o düşündüğümüz anlamlar kayboluverir.Düz dümdüz basit şeylerden bahsedermiş gibi oluverirsiniz!

İşte Bob da,Charlotte da böyle normal insanlar...Sizi sıkıp temposuz geldiyse,bu sakin filmi bir de bu açıdan izleyin...Herşeyden çok şey bulabilirsiniz.