Sinemasız hayat,tuzsuz popcorn gibidir...

31 Mayıs 2010 Pazartesi

AUGUST (2008)



Aslında konu olarak Amerikadaki kriz dönemine gönderme yapma amacındaki film,kadrosundaki Josh Harnett'le de dikkat çekici duruyor.Biraz Amerika'nın geçirdiği ağır krizi eleştiren biraz da sanal alemin iş ortamındaki popülerliği ve geçiciliği konusunda ümit verici senaryo parçaları barındıran film aynı zamanda da aile olgusuna parmak batırıyor.

Tom (Josh Harnett) ve Joshua (Adam Scott)iki kardeştir.Tom yakışıklı,ukala ve patron,Joshua ise ezik,kötü giyimli fakat dahidir.İki kardeş LAndshark adında bir portal kurarak şirketin ilk iki ayında büyük çıkış yakalarlar ve borsada hisseleri fırlama yapar.Fakat Amerikan ekonomisi bu şirkete de digerleri gibi en fazla altı ay ömür biçmiştir.

Film bundan ibaret.Yani aslında filmin konusu spoilerin önde gideni.Tam bir durum filmi var karşınızda.Ailenin işe yaramaz sorunlu çocuğu Tom , belki teknik adam değildir ama bir sirketi yönetebilecek ışığa ve albeniye sahiptir.Tabi şunu unutmamak lazım sektörde her zaman kendini beğenmiş ,alçak dağların bekçisi tavırlar sökmez.Kadraj Joshuaya dönerken,günlük hayatımızda hemen hemen hergün gördüğümüz binlerce insan profilinin birinden farklı bir şey görmüyorsunuz.Zeki,işini çok iyi yapan,kazandığı parayı ailesi için biriktiren,evli ve cocuklu,bir aile babası.Hayattan beklentisi sadece ailesinin mutluluğu.Anne baba da tabi Joshua'yı bağrına basıyor.Tom ise aileyle aynı yemek masasında oturamayıp,dışlanan gereksiz işe yaramaz yalnız karakter.Şirket 5 ayın sonunda günden güne bitip tükenirken,düşen burnunu yerden almayıp , hala hava atma peşinde koşan Tom çaresizlikle sağa sola saldırıyor.İlk para istediği insan kardeşi tabi.Ama kardeş diyalogu sıfır aralarında.Belli ki eski bir sevgilisi varmış.İspanya'ya gitmiş Tom'un bu halinden bunalıp,geri dönüpte Tom kızı görünce bir de bu yüzden alt üst oluyor filan falan...

Bütün bu kötü seyleri okumak ne kadar iç daraltıcı değil mi? Kötü bir ekonomik kriz anlatısı var aslında filmin arkasında ,ve sorunlu aile ilişkileri ama böyle okurken size hissettirdiği seyleri izlerken hissedemiyorsunuz.

Öyle Up in The Air gibi arkası çok sağlam sistem eleştirileri yok bu senaryoda malesef.Kopuk bir anlatım ,coşkusuz bir oyunculuk var.Josh Harnett bence her haliyle perdeye çok yakışan bir aktör,çok iyi oyunculuk sergilediği filmler de izledim.Burda da bence oynaması gereken karaktere tarz olarak müthiş yakışmış.Performansını sorarsanız,senaryo vardı da ben mi oynamadım gibi bir savnma yapabilir. :)

Aslında ucu başı çok belli,tertemiz bir hikayeyi daha çalışan bir senaryo ile birleştirseymiş yönetmen orta halli bir çalışma yerine ortalamanın üzerine çıkıp B sınıf kategorisinden adını duyuranlar içinde yer alabilirmiş.

not:Landshark ofis tasarımını görmek için bile bence filmi izleyin derim,rengarenk Mac ler etrafta uçuşuyor.

27 Mayıs 2010 Perşembe

Remember Me / Beni Unutma

Beni unutma, 2010 yılı içinde, post production aşamasından beri takip edilen filmlerden birisiydi. Bu ilginin sebebi ise, hikayenin benzersiz anlatımı, ya da çok farklı bir senaryoya olması değil, Alacakaranlık serisi ile gençlik fenomeni haline dönüşen Robert Pattinson’un başrolde oynamasıydı. Film içerik olarak bu anlamda, Robert Pattinson’un gölgesinde kaldı.


Daha önce dizi yönetmenliği yapmış Allen Coulter’in ilk uzun metrajı olan Beni Unutma, erkek kardeşinin intiharı sebebiyle aile ilişkileri ve hayatı kötüye giden Tyler (Robert Pattinson) ile henüz 11 yaşındayken annesi gözlerinin önünde öldürülen Ally (Emilie de Ravin) ‘nin yaşadığı aşk üzerine kurulmuş, romantik ama acı hikâyeli bir dram özünde. Bu ilişki üzerinden ebeveyn çocuk ilişkisini de değiniyor film. Fakat bunu klasik zengin ve ilgisiz baba, alkolik mutsuz baba gibi karakterlerin üzerine yükleyerek olayı daha çok baba-çocuk ilişkisi üzerine kaydırıyor. Filmin ilk yarısındaki biraz üstü kapalı, sakin ve huzurlu anlatım filmi seyirciye sevdiriyor. Anlatımdaki bu hafif gizem ve araya serpiştirilen sanatsal replikler birbiriyle gayet uyumlu ilerliyor.
007 kariyerinden sonra, Pierce Brosnan’ı üç çocuklu bir aile babası rolünde izlemek doğrusu değişik gelebilir. Fakat ilgisiz zengin babayı canlandırdığı için, yaşına rağmen düzgün fiziği ve hoş takım elbiselerle film boyunca donuk ama olması gereken bir oyunculuk sergiliyor. Pek popüler başrol oyuncumuzdan da çok şey beklememek gerek tabi, aslında abartısız oyunculuğu, İngiliz olmasına rağmen hiç rahatsız etmeyen Amerikan aksanıyla bence gayet başarılı fakat daha çok “ekran yüzü” olarak ünlenmesi ile Robert Pattinson’un yönetmenler tarafından biraz da fotomodel havasında kullanıldığını düşünüyorum. Hal böyle olunca da çok ağır karakter oyunculuklarında gezinmesi pek mümkün olmuyor. Hâlbuki Bu popülariteden önce rol aldığı Little Ashes/Küçük küller adlı bağımsız filmde, Salvador Dali’nin hayatından bir kesiti canlandırmış ve bu cüretkâr rolün altından bence başarıyla kalkmıştı.
İkinci yarıda klasik inişli çıkışlı sevgili hikayesine dönen filmin son dakikaları,herkesin birbirine kenetlendiği,sorunların çözüldüğü bir huzur ortamına dönüşüyor ki,bu huzurdan gerilip,sonun kötü biteceğini hissediyorsunuz.Yani ne vardı bu da iyi bitseydi derken,akıllıca bir ipucuyla finalin o olduğuna açıkçası inanamıyorsunuz.Kabul,şaşırtıcı bir final ama bu final bu film için çok mu gerekliydi??? Bence hiç değil.
Sen git güzelce bir başlangıç yap, sakin ve hüzünlü dram havasını yakala, Robert Pattinson’u film boyunca güzel karelerden göster, hayranlarını mutlu et, finalde de git Amerikan trajedisine unutmayacağız mesajı gönder, saygı gösterisinde bulun… Ne gerek vardı?





Film setinden çekilen kareler de zaten filmin değil de Pattinson'un popülerliğini anlatır nitelikte...Bunlar da benden kıyak olsun :)


18 Mayıs 2010 Salı

IngloUrious BastErds / Soysuzlar Çetesi


Soysuzlar Çetesi, bildiğimiz tarihten bize farklı tatlar sunan, yanlı tarih filmleriyle açık açık dalga geçen, Tarantino’ nun kendi sinemasına olan aşkını açıkça ortaya koyduğu, kendi tabiriyle başyapıtıdır. Genelde Amerikalı eleştirmenler tarafından acımasızca eleştirilip, tarzı yerden yere vurulan Tarantino, politik doğrucuların saçlarını diken diken yapan, intikam fantezisi temalı filmi ile bu sefer eleştirmenleri ikiye böldü. Tarantino’nun klasikleri haline gelmiş, zeka yüklü şiirsel diyaloglar, Albay Hans Landa rolünde izlediğimiz Christopher Waltz’in akıllara zarar performansı ve filmin şimdiye kadar duyduğumuz ya da gördüğümüz hiçbir şeye benzememesi, entelektüel çevreden eskiye göre hayli yumuşak eleştiriler aldı.
Filmi dümdüz özetleyecek olursak Albay Aldo Raine (Brad Pitt) liderliğindeki Yahudi çetenin Nazilere açtığı savaş ve buna paralel ilerleyen bir intikam operasyonunu konu alıyor diyebiliriz. Ama alt anlatımdan gidersek Film ikinci Dünya savaşına tamamen kurgusal bir intikam hikâyesiyle yaklaşan, tarihi öven filmleri alaya alan, içinde özellikle sinema sektörüne ve filmin geçtiği döneme sert eleştiriler gönderen bir masal.
Film başından sonuna, hatta isim seçiminden başlayarak, çok komplike göndermeler içeriyor. Tarantino’nun en sevdiği filmlerden birisi olan Enzo G Castellari’nin “Baterdi senza gloria” adlı filminin İngilizce çevirisi “Inglorious Bastards”tır. İki filmin konu olarak birbirleriyle hiç alakası olmamasına rağmen,1978 yapımı filmin de tarihe olan alaycı yaklaşımı nedeniyle Tarantino’nun film ismine esin kaynağı olmuştur. Tarantino’nun kullandığı isimdeki yazım hataları ise (Inglourious kelimesindeki fazladan ‘u’ ve alt orta sınıfın yazdığı haliyle bastErd kelimesi)adeta filmin çok dilli yapısına bir gönderme niteliğinde. Filmde özellikle Brad Pitt’in canlandırdığı Albay Aldo Raine karakteri üzerinden Amerikalılar’ın İngilizce’den başka dil bilmediği,hatta bazen İngilizce’yi bile doğru konuşamadıkları eleştirisi de çok net hissediliyor zaten. Bu çok-dilli savaş ortamında, ikinci bir dili konuşamayan bir sürü Yahudi, Fransız, Amerikalı, Fransız ve Alman arasında SS subayı Albay Landa’nın Almanca, İngilizce, Fransızca hatta İtalyanca’yı büyük akıcıkla konuşması ise bu karakterin genelden zıtlığını iyice vurguluyor.



Filmin, politiklerin tansiyonunu yükselten, çok sert açılış sahnesinde belki de filmin içindeki tarihsel tek gerçek mesaj olan “herhangi bir sebebi olmayan ideolojik nefret” alt metniyle çok yönlü eleştirel tarzı hemen anlaşılıyor. Bunun haricinde 5 bölümlük bir anlatımdan ibaret filmin zaten ilk bölümünün girişinde, evvel zaman içinde kalbur zaman içinde Naziler, Fransa’ya girmişken tarzı bir ifadeyle, izleyeceklerimizin tamamen kurgusal bir tarih masalı olduğunun altı çiziliyor.


Tarantino hemen hemen tüm filmlerinde, yeni oyuncu keşifleri, popülerliğini kaybetmiş oyunculara yeni kan vermesiyle dikkat çeker. Soysuzlar Çetesinde de Christoph Waltz’ın söz söylenemeyecek kadar mükemmel performansını izlerken büyük keyif alıyorsunuz, maalesef filmde başrolü göğüsleyen Brad Pitt’i açık ara farkla gölgede bırakıyor. Shosanna Dreyfus rolündeki Melanie Laurent ise yepyeni bir yüz, kadınsız bir savaş filminde hiç de sakil durmayan bir oyunculuk sergiliyor. Brigitte von Hammersmark rolüyle aslen de Alman olan Diane Kruger’in karşımıza çıkması ise çok zekice.


Dikkat !!! yazının bu kısmı filmi izlemeyenler için ipuçları içermektedir.
Tarantino, kurduğu bu masalsı öyküde, savaş ortamının vahşet ve şiddetini her zamanki gibi çok sanatsal, dâhiyane bir şekilde izleyiciye aktarıyor. Bu savaşın ardından Yahudilerin intikam fantezisini ‘sinema operasyonu’ adıyla tüm Nazileri toplayıp film galasında yakma fikriyle, bugüne kadar Hollywood’da çekilmiş onlarca Yahudi soykırımı temalı filmlerde işlenen acı ve yenilmişlik temalarına alternatif bir son, sıkı bir cevap gönderiyor. Amaç intikamsa, heralde en güzel intikam böyle olurdu. Bu sonun sinema salonunda olması ise “sinemanın en büyük propoganda aracı” olmasından kaynaklanıyor. Aynı zamanda da Tarantino sinema aşkını özellikle de Avrupa sinemasına olan aşkını filmlerinde hep kullanmıştır bu filmde de adeta haykırıyor. O dönemde propoganda filmleri çekimini teşvik eden hatta adeta şart koyan Goebbels’in kötü filmini, film içinde karşımıza seren yönetmen bir bakıma o dönem sinemanın ideoloji uğruna feda edilmesine de sert bir eleştiri yapmış oluyor. Sinemanın hazırlık aşamasında Shosanna Dreyfus tarafından edilen “biz filmleri oyuncuları ile değil yönetmenleri ile hatırlarız” repliği ise genel geçer Amerikan filmlerinin oyuncular üzerinden prim yaptığı imasından başka bir şey değil. Tarantino’nun açık açık sinema sektörüne açtığı bu yaylım ateşi, politik eleştirmenlerce filmin açılış sahnesi baz alınarak tabi ki sertçe eleştiriliyor. Başta da belirttiğim gibi Albay Landa’nın “herhangi bir sebebi olmayan ideolojik nefret” konulu monologu,(biraz daha derine inecek olarsak Nazilerin Yahudilere olan nefreti, genellikle tüm insanların sıçanlara olan nefretine benzetilerek, sıçan nefreti üzerinden somutlama yapılıyor ve bu nefretin sebepleri aranıyor? )tümüyle alaycı, gerçek dışı ve absürd bu filmin en ciddi ve en temel mesajı. Tarantino bu mesajı filmin tam da başında vererek durduğu eleştirisel noktayı ilk sahneden belli ediyor. Albay Landa ile Lapadite ‘in karşılıklı konuşmasından ibaret bu sahne, Tarantino’nun bütün ustalığını, kendine has kamera açılarını ve görsel detaylarını yansıtıyor. Bu sahne o kadar özel o kadar önem verilerek çekilmiş ve bu anlatım öyle güzel süslenmiş ki, bu mesajı kaçırmak adeta imkânsız hale geliyor. Hal böyle olunca da eleştirmenlere saldırı yolları açılıyor.


Tabi Tarantino, sinema sektörüne böyle sert eleştiriler gönderirken, sinema eleştirmenlerini de unutmuyor, ‘sinema operasyonu’ kadrosundaki Archie Hicox ( Michael Fassbender) Alman sineması üzerine uzmanlaşmış, hatta bu konuda kitaplar yazmış bir sinema eleştirmeni rolünde karşımıza çıkıyor. Ancak Alman filmleri üzerine uzman olmasına rağmen, Almanlara has el kol jestlerine aşina olması gerekirken, üç sayısını işaret ederken korkunç bir hata yaparak, bütün ekibin ölümüne ve operasyonun sekteye uğramasına neden oluyor.(bu sahne filmde detayına hayran kaldığım en keyifli sahnelerden birisidir.)

Yani Tarantino, ikinci dünya savaşını anlatan bir savaş filmi çekmekten ziyade,böyle bir film üzerinden iğneyi kendimize batıralım dercesine sinema eleştirisi yapıyor.



14 Mayıs 2010 Cuma

All About My Mother / Annem Hakkında Her Şey

İspanya’nın uluslararası alanda en çok ismi duyulan yönetmenlerinden Pedro Almodovar, toplumun uç noktalarında konumlanan hikâyeleri, olağan dışı olay örgüleri ve kışkırtıcı karakterleri ile geleneksel kültürün dışında bir çizgide geziniyor, bu da onun tüm filmlerini benzersiz kılıyor. 1999 yılında Goya, Altın Küre ve Akademi başta olmak üzere birçok uluslar arası alanda ödül kazanan filmi “Annem Hakkında Herşey” ise Almodovar’ın ustalık eserlerinin adeta başlangıcını simgeliyor.
Hemşirelik yapan Manuela (Cecilia Roth), kendisi ve genç oğlu için düzenli bir hayat kurmuş mükemmel bir annedir. Çok sevdiği oğlunu trafik kazasında kaybedince dünyası alt üst olur. Oğlu ölmeden önce babasını bulmasını istemiştir. Manuela, 18 yıl önce hamileliği sırasında cinsiyet bunalımları yüzünden terk ettiği adamı bulmak üzere Barselona’ya gider. Bir süre sonra toparlanan Manuela, Barselona’da kendini geniş ve renkli bir ailenin içinde bulunur. Hamile bir rahibe (Penelope Cruz), fahişe bir travesti (Antonia San Juan) ve başı dertte iki aktris (Marisa Paredes ve Candela Pena).
Almodovar kadrajına yaşamın öteki yüzünü, göz ardı ettiklerimizi, belki de görmekten kaçındığımız gerçeklikleri sokarak hikayelerini anlatmayı seçiyor. Duygusal yönüne baktığımızda karşımızda çok dramatik bir hikaye duruyor. Diğer bir taraftan hikayenin içinde barındırdığı sıradışı karakterler ve bu karakterlerin olayı “insanı şoke eden cinsten” yaşamaları, böyle bir hikayeyi hiç bu karakterlerle bağdaştıramayan seyirciye, hayatı ne kadar dümdüz yönünden algıladığını hatırlatıyor.
Filmdeki en yüksek nokta, Almodovar’ın yarattığı harika kadın karakterler ve bu karakterleri canlandırmaları için seçtiği harika oyuncu kadrosu. Kadınları anlatmayı seven Almodovar, bu filmde de kadınlarla devam ediyor. Evet, perdede sayısı çok olmayan kadın egemen bir film izliyoruz.”Anne olmak”,”kadın olmak” ,hatta “kadın olamamak” gibi ekrana yansıtılması zor konuları bu farklı karakterler üzerinden o kadar güzel ve o kadar kadınların içinden anlatıyor ki, hayretler içinde kalıyorsunuz. Şartları, mesleği, duyguları ya da görüntüsü ne olursa olsun, hep yapmak istedikleri peşinden koşan cesur kadın portleri koyuyor önümüze. Dört farklı hayattan gelmiş, kendilerine özgü acıları ve küçük mutlulukları olan bu kadınların ortak noktası tutkularının esiri olmaları. Hayatlarına ne şekilde yön vermiş olurlarsa olsunlar, kendilerini bir gölge misali takip eden ilişkilerinden ve bağımlılıklarından kurtaramıyorlar.
Biraz daha derinlere inildiğinde bu kadın filmi söyleminin altında, Almodovar, insanın sadece karakteriyle var olduğunu ve bu karakterin de oluşumu ve gelişimi noktasında aile, eğitim, gelenek ve alışkanlıklar gibi toplumsal yapının belirleyici özellikte olduğunu, bu halde şekillenen karakterin, insanın bireysel hayatına yön verdiği gibi felsefi bir anlatımı da barındırıyor.
Bu gayet karmaşık ve çarpıcı hikayesini anlatırken perdede kurduğu görsellik, sadece hikayesini süsleme çabasından değil. Almodovar, perdeye yansıttığı, dikkat çekici, rahatsız edici, hatta insanı dışlayan renk tonlarıyla, görüntünün izleyiciyi içine çekip, somut konu anlatımından uzaklaşmasını önlüyor. Anlatmak istediği hayatı, doğallığını ve kendiliğinden olanın akışını hiçbir teknolojik görsel efektin arkasında bırakmak istemiyor.
Bu, rutinin çok dışında, kendine has filmi izlerken hüngür hüngür ağlıyor, ardından kahkahalarla gülüyorsunuz. Ama hiçbir olayı ya da hiç bir karakteri asla yadırgamıyorsunuz tam tersi; tüm karakterlere sarılma, tüm karakterlerin yaralarını sarma isteği duyuyorsunuz.
Sözün özü, Annem Hakkında Herşey, hayatın ta kendisiyle yüklü, tam kıvamında bir dram ve gerçekçi tanımlanabilecek önemli bir film. Kimilerine göre Almodovar’ın başyapıtı, kendisine göre ise annesine ettiği büyük bir teşekkür.


not: Filmin İspanyolca orjinal adı "To Do Sobre Mi Madre"

7 Mayıs 2010 Cuma

The Box / Kutu

Donnie Darko’yu izleyip de Richard Kelly’i takibe alan tek ben değilimdir. Büyük umutlar bağladığım yönetmen’den “Kıyamet öyküleri” gibi vasat bir yapım çıkınca ümidi keser gibi olmuştum ki, Kutu ile biraz içim rahatladı. Film her ne kadar Donnie Darko kadar etkileyici olmasa da, hikâyenin çıkış noktası bir kutu olunca o yolda ilerlediğini anlıyoruz.
Kutu,Richard Matheson’ın kısa öyküsü “Button Button” ‘dan uyarlanan küçük hayatlardan büyük olay örgüsüne doğru ilerleyen bir gerilim.
Kapınızın önüne bir kutu bırakılıyor. Kutunun içindeki düğmeye bastığınızda, tanımazdığınız birisinin ölümüne neden olacaksınız ama aynı zamanda 1.000.000$ kazanacaksınız. Karar vermek için 24 saatiniz var. Ne yapardınız? Gayet normal orta sınıf bir Amerikan ailesi olan Lewisler’in hayatı, işte bu tuhaf kutu ile bir felaketin içine doğru sürükleniyor.
Richard Kelly seçtiği obje ile hikayeyi farklı yorumlara açık hale getiriyor ki,bu da izleyiciye filmi sevdirmek adına basit ama etkili bir yol.Görünen taraftan bakınca,filmde de sorulan ‘Neden bir kutu?’ sorusunun yanıtı,içinde yaşadığımız evlerin,bindiğimiz arabaların,izlediğimiz televizyonun,hatta sahip olduğumuz vücudun ve ölünce içine konduğumuz tabutun da birer kutu olduğu.Böyle tanımlayınca,aslında bu felaket aracı kutu,rutin hayatın ta kendisi.Diğer bir taraftan filmin çekildiği dönemin,76 Amerikası olduğunu düşünürsek,”Birinin ölümüne sebep olsanız bile para kazanacaksınız” alt metni Amerikan dış politikasını ve o dönemlerin genel anlayışını yansıtıyor.
Richard Kelly, filmin birçok yerine görünenin tedirgin ediciliğini etkili bir şekilde gözümüze sokuyor, mesela Arlington Steward’ı (Frank Langella) görünce çok şaşırıyoruz..Filmin oyuncu kadrosunda,Cameron Diaz ( Norma Lewis) ve James Mardsen ( Arthur Lewis) gibi bu tür filmlerde görmeye alışkın olmadığımız,oyuncular var.Fakat oyunculuk konusunda herhangi bir olumsuz durum perdeye yansımıyor.
Görüntü tekniği olarak kullanılan yöntem ise gerilimi daha da hissetmemize yardımcı olmuş, özellikle açık mekânları set havasında gösterip, hareketli objeye odaklanarak, olayı mekânsal kavramlardan kaçırmak suretiyle, gel gitli zaman olgusunu da yuvarlayarak hafif çaplı hangi noktada olduğumuzu bize unutturuyor.
Bu neredeyse başarılı gerilimin sonunda gelinen nokta ise düşündürücü, düğmeye basanlar da, çocuğu için kendisini feda edenler de anneler. Yani en acımasızlar ve en fedakârlar kadınlardır söylemi alt metin olarak mı veriliyor? Hal böyle ise bu nokta ile zaten erkek egemen dönemdeki kadın olgusu iyice basite indirgeniyor. Gerilim altına sıkıştırdığı böyle söylemleri de olsa, “Kutu” Richard Kelly’in formuna döneceğine işaret, psikoloji sınavı tadında bir gerilim.

  

6 Mayıs 2010 Perşembe

Daybreakers/Vampir İmparatorluğu


Vampir filmleri öylesine popülerleşti ki, neredeyse bir yerlerde yaşayan vampirlerin film endüstrisine sızdığını düşünmeye başlayacağım.


Son dönemde Alacakaranlık serisi çılgınlığıyla, iyice Romeo’ya dönüşen, toplumla kaynaşmış, güneşte parlayan vampirler yaratılmışken, neyse ki Spierig kardeşler, vampirliğin nasıl bir şey olduğunu hatırlamışlar.
Küçük vampir kızın, çektiği acılara ve açlığa dayanamayarak güneşte intihar etmesiyle başlayan film, eski vampir hikâyelerinden beslendiğini daha ilk sahnede bize hissettiriyor ve bir “oh” çekiyoruz. Bram Stocker ve Ann Rice’in yazdıkları neredeyse tarih olacaktı.
2019 yılında geçen filmde, bir yarasa salgını ile baskın tür haline dönüşen vampirlerin kan stokların azalması (ki bu insan ırkının da yok olmak üzere olduğu anlamına geliyor) medeniyetsizleşip, kendi türleriyle savaşa girmelerine neden oluyor. Filmde vampir mitolojisi, 2019 teknolojisi ile birleştirilmiş, eski karanlık tabutların olduğu malikânelerin yerini, dijital donanımlı akıllı binalara, gündüz sürüş modu olan teknolojik arabalara bırakıyor.
Kardeşler, vampir devletinin içinde bulunduğu durumu anlatmak için çizgi roman tekniğinden esinlenip, arka fondaki billboardlar ve tabelalardan faydalanmışlar. (Fakat hiçbirine Türkçe çeviri yapılmadığı için, bu filmde ayrıntı gibi kalabilir). Zeki hamlelerle vampirleri huzursuz hatta mağdur duruma düşürerek, seyircinin bile onlar adına üzülüp, endişelenmesine yol açıyorlar. Gündüz güneşin batmasını evde bekleyen vampire “arka kapı açık “uyarısı verip, huzursuz etmek ve insanların içinde yalnız kalan vampirin yüzündeki korku belirtisi görülmeye değer.
Ayrıca yapay kan üretmeye çalışan şirketin işleyişini tam bir kapitalist düzen örneği olarak karşımıza çıkarıp, politika ve bürokrasinin halk yönetimindeki olumsuz etkisini inceden eleştirmek gibi şeylere de ucundan değiniyorlar. Aç kalan vampirlerin zombiye dönüşmesi, vampir olmayı reddeden insanların gizli savaşı ve tedavi yöntemi araması gibi birçok konuyu filmin içine tıkıştırmakla, kısa zaman içinde bir sezonluk dizi çekiyormuş gibi dursalar da ilk filmleri için, gizli bir gişe başarısı yakalamış görünüyor Spierig kardeşler. Filmde atladıkları nokta ise vampir olmayı istemeyen insanların bunu neden istemediği? Belki bunu da açabilseler, başarılı çektikleri kanlı sahnelerin sonunda hissettirmeye çalıştıkları pişmanlık duygusu ve endişe daha anlamlı olurmuş.


Willem Dafoe ( Lionel Cormac), Sam Neil (Charles Bromley) ve Ethan Hawke (Edward Dalton) gibi güçlü oyunculardan beslenen filmi, vampir mitolojisinden sapmayıp, ‘ötekileşmişlik’ olgusunu tersinden ele aldığı için izlemekte fayda var, hem sonuna bakılırsa, en azından bir devam filmi yolda gibi gözüküyor.

not:Great Expectations'la en yakışıklı ,en umut vaad eden aktörler arasına giren Ethan Hawk,uzun süredir,gözlerimizden uzaktı.Filmde de görüldüğü gibi,yıllar popülerliğini kenara itse de ona çok şey kaybettirmemiş.

4 Mayıs 2010 Salı

Shutter Island /Zindan Adası


Dennis Lehane ismi ilk etapta tanıdık gelmeyebilir ama kendisi, sinemanın sevdiği yazarlardan birisi. Daha önce Clint Eastwood, yazarın “Gizemli Nehir” (Mystic River) adlı romanını sinemaya uyarlamış ve büyük başarı elde etmişti. Daha sonra da Ben Affleck “Kızımı kurtarın’ı” (Gone Baby Gone) perdeye taşıdı ve çok olumlu eleştiriler aldı.

Yine bir Dennis Lehane Romanı olan Zindan Adası ise gothik edebiyata yakın duruşu ile diğerlerinden çok farklı bir yere sahip.
Hikâye,1954 yılında Boston açıklarındaki Zindan Adası’nda geçmektedir. Adada suç işlemiş akıl hastalarının bulunduğu bir akıl hastanesi yer almaktadır. Adanın etrafı kayalarla kaplı ve dış dünyadan hayli kopuktur. Böylesi bir yerden kaçmayı başaran çok tehlikeli bir hastayı bulmaları için iki federal ajan adaya gönderilir. Romanın tuhaf başkarakteri ajan Teddy Daniels adadaki 4 gününü yalanlarla dolu bir soruşturmanın içinde geçirecektir.



İlk bakışta bir ada etrafında dönen bir suç filmi hissi veren Zindan Adası, Martin Scorsese’nin müthiş yeteneği ve tecrübesi ile baştan sonra tedirgin eden, enfes bir karakter oyunculuğuna dönüşüyor.
Bu filmle tekrar kara film türüne el sallayan Scorsese, filminin çıkış noktasını kitap ile paralel tutarak gothik edebiyattan alıyor. Adanın karanlık ve soğuk atmosferini, hastanenin ürkütücü yapısını bizlere gösterirken, gothik korku öğelerini gözümüze sokmadan gerçekten oraya ait birer nesne gibi yerleştiriyor. Scorsese’nin bu korkunç akıl hastanesini ve içinde yaşananları bize bu kadar etkileyici tasvir etmesi tabi ki tesadüf değil. Film sürecinde 1950’ler Amerikası’ndaki bu tür akıl hastanelerinde hastalara uygulanan tedavi yöntemleri ve doktorların hangi ekolu izlediği konusunda çok derin bir araştırma yapmış ve hatta 1970’de böyle bir akıl hastanesinin müdürü olan bir doktordan film boyunca danışmanlık hizmeti almış. Hal böyle olunca film süresince izleyici de kendini o akıl hastanesinin içinde sanıyor nerdeyse.
Mekânsal anlatımı zaten çok güçlü olan Scorsese, bütün filmi üzerinde döndüren karakter Teddy Daniels için 4. kez birlikte çalıştığı Leonardo Di Caprio’yu seçmiş. Benim fikrime göre Leonardo Di Caprio bu filmde şu ana kadar ki en iyi performansını sergiliyor. Böylesine karışık bir karakteri canlandırmak için belli ki çok çalışmış.


Teddy, savaştan çıkmış, karısını kasıtlı bir yangında kaybetmiş, geçmişe dönük çok ciddi travmaları olan bir karakter. Film boyunca Teddy’in sanrılarına konuk oluyoruz ve her defasında daha derinlere iniyoruz. Teddy’in bu rahatsız karakteri 1950’lerin soğuk savaş dönemi, ırkçılık, acılarını gömemeyen insan psikoloji, yalnızlık gibi bir sürü alt başlığı da ara ara bize hatırlatıyor. Çaresizlikle çıkış yolunu arayan Teddy’nin gördüklerine önce anlam veremiyorsunuz, sonra sizde Teddy’nin karmaşası ile birlikte adanın merkezine doğru çekiliyorsunuz, Teddy’nin büyük kuşkularına rehberlik eden, Dr.Cawley rolünde, Ben Kingley ve Dr.Naehring rolünde,50 yıllık bir oyunculuk birikim olan Max Von Sydow’un perdede görünmesi ise cabası.

Film kitap uyarlaması olduğu için sonunu sürpriz olarak tanımlamak doğru değil, hem senaryo sonu tahmin edilebilir ipuçları da içeriyor. Fakat bu filmin sonunu tahmin etmeniz size hiç bir şey kaybettirmiyor, Scorsese filmin sonuna kadar gözümüzü bile kırptırmıyor.



3 Mayıs 2010 Pazartesi

Fight Club / Dövüş Kulübü


"Gün gelir sahip olduklarınız, size sahip olmaya başlar”


Chuck Palahniuk’un aynı adlı romanından David Fincher’in dâhiyane yorumuyla sinemaya uyarlanan Fight Club, 1999’da vizyona girdiğinde, içerdiği şiddet sahneleri ve gençliğe kötü örnek olduğu iddiasıyla çok eleştirildi. Fakat sadece şiddet içerikli bir aksiyon filmi midir Fight Club?

Fight Club, hergün hayatımıza gereksiz ihtiyaçlar sokan ve bizi tüketim canavarına dönüştüren bir sisteme başkaldıran, kapitalizmi meta kültürü üzerinden eleştiren, milenyum insanını uyarmaya çalışan sosyal içerikli bir filmdir.

Tüketme hırsıyla çalışarak, kendi hayatını tüketmeye başlayan anlatıcımız (Edward Norton), insomnia olmuş, uykusuz gecelerine çareyi terapi gruplarında aramaktadır. Klas beyaz yakalı anlatıcımızın hayatı, uçak yolculuğunda tanıştığı sabun satıcısı Tyler Durden (Brad Pitt) ile değişiverir. Bir anda garip bir şekilde evini ve her şeyini kaybeden anlatıcımız, hayatta yapayalnız olduğu için arayacak tek insan kartını aldığı sabun satıcısıdır, ve kendisi Tyler’in hayatına dahil olur.



Filmin kurgusundaki somut karakterlerin arkasında aslında tamamen soyut, simgesel bir anlatım mevcut:
İlk dikkatimizi çeken, iyi bir işi ve maddi değeri olan birçok şeye sahip fakat yapayalnız ve mutsuz karakterin adının hikâyede hiç geçmeyişi. Sistemin dayanılmaz cazibesi karşısında, kimliksizleşen bir karakter var karşımızda. Film boyunca anlatıcının Tyler’in günlüklerinde kendini arama çabası da gözden kaçmaması gereken bir ayrıntı.
İkincisi ise, filmin başından sonuna kadar, gerçekten var mı, yok mu bir türlü karar veremediğimiz, anlatıcımıza kimlik kazandırma çabasındaki Tyler Durden. Aslında Tyler, sistemin öğütmeye çalıştığı kimliksiz karakterin, başkaldırısının ta kendisi mi? Burada Fincher’in kullandığı 25. kare tekniğiyle de bağlantı kurabiliriz. Bilinçaltı tekniği olarak da adlandırılan bu kamera tekniği ile filmde bazı sahnelerde Tyler Durden’i arka planda çok kısa sürelerde yakalıyoruz.(Bunun için filmi birden çok izlemek gerekebilir.) Acaba Tyler Durden’in anlatıcımızın bilinçaltı oyunu olduğu mesajı mı veriliyor bu şekilde?
Filmin zaman kavramından saptığı yerlerde iki dünya arasında bağlantı kurmasındaki en belirgin karakter garip sevgili Marla Singer ( Helena Bonham Carter). Bizi sistemin içine döndüren günlük yaşam sanki.
Veee aslında bir sivil toplum örgütü gözüyle bakmamız gereken, Tyler’in kurduğu “Dövüş Kulübü”. Niye peki dövüşüyor bu insanlar? Çünkü milenyum hayatı, hepimizi agresif, tahammülsüz ve kavgacı yapıyor aynı çarkın içindeki, yalnız mutsuz insanlar birbirlerine ceza vererek, böylece gece rahat uyuyorlar.
Bütün bu kafa yormamız gereken parçaları Fincher öyle ustalıkla birleştiriyor ki, kurguda hiç boş nokta kalmıyor. Belli ki Fincher’in bu başarısı oyuncular için de fazla motive edici olmuş. Edward Norton, Brad Pitt ve Helena Bonham Carter bu filmde oyunculuklarının en iyi performanslarını sergiliyorlar.
Fincher mekan bazında da konuyu çok iyi sarmalıyor. Seyirciyi, kapitalizmin kalbinden, ışıklı, şık caddelerden,1+1 modern stüdyo dairelerden çıkartıp, fakirliğin ve pisliğin göle görüldüğü, eskimiş ve harap olmuş kenar mahallelere itiveriyor.
Film son düzlükte eleştiri boyutundan çıkıp, iyice eylemleşmeye başlıyor. Dövüş Kulübü iyiden iyiye büyüyüp, şehirde eylemler düzenlemeye, yakıp, yıkmaya başlıyor. Peki bu kadar ağırlaşan sistem karşıtlığı niye kimseyi rahatsız etmiyor, bu yüzden yapımcı bulamayan bir sürü film varken Fight Club neden rahat rahat gişe yapıyor? Çünkü kötü olanı yakalım yıkalım ile bitiyor film. Yani bize sadece kötü olan sistemi gösteriyor, ona herhangi bir alternatif üretmiyor. Umutsuzca varlığını kabul ediyor.


Pixies’in muhteşem “Where is my mind?” yorumuyla gelen final sahnesinde patlayan banka merkezine öylece bakan Marla ve Edward Norton’u görüyoruz. Tyler Durden’in ve Dövüş Kulübü’nün hayali varlığından o anda emin oluyoruz. Yani film bize olabilir bir senaryoyu değil hayali bir başkaldırıyı anlatıyor. Bu nokta da onu sistem için zararsız kılıyor.