Sinemasız hayat,tuzsuz popcorn gibidir...

17 Ağustos 2011 Çarşamba

Love and Other Drugs



Hollywood'un hanım kızlarını böyle değişik rollerde görmeyi seviyorum.Her oyuncu için böyle bir meydan okuma filmi oluyor.Anne Hathaway da işte tam da bunu yapmış.Üzerindeki o kibar hanım hanımcık gömleği çıkartıveriyor.Film boyunca da pek giyindiği söylenemez zaten.Kimi oyuncuyu o kadar benimsemiş olursunuz ki hiç yakıştıramazsınız zıt rolleri,ama Anne Hathaway'de ben öyle birşey hissetmiyorum.

Şimdi filmin konusuna dönecek olursak,sene 1996,çok iyi bir işi olmayan Jamie'nin kızlarla  arası çok iyidir.Son işinden ayrılınca,sorunlu ama zengin kardeşinin arkadaşı yardımıyla ilaç satıcılığına başlamaya karar verir.Filmde bağıra bağıra Pfizer markası ve çok populer ilaçlarının adları çokça anılıyor.Ayrıca tabi Amerikada daha önceleri de çok filme konu olmuş,o yıllarda satışları patlamış olan Prozac için de göndermeler sık sık mevcut.Tür olarak romantik komedi için biraz sert ilerlese de tabi tam bir klişe son ve aşk filmi aslında Love and other drugs.İzleyiciyi oyalayan yeri ise,sık sık komik ögelerle bezenmesi ve tabi ki konunun ilaç dünyasına dalıp çıkması.(Jake Gyvenhall'in her role giden sempatik yüzü bir de)Açıkçası Donnie Darko,Brokeback Mountain gibi masterpiecelerde boy gösteren bir oyuncu için tabi çıtır çerez bir durum söz konusu ama Jake Gyvenhall'in filme ivme kazandırdığını söylemeden edemiyeceğim.

Amerika'da ciddi boyutlarda satışı olan Prozac için ise filme yerleştirilen anektod,yüz aklama mı yoksa daha çok yerme mi karar vermek güç aslında.Daha önce Prozac nation gibi filmlerle kendi toplumuyla çokça uğraşan Amerikan sineması,bu filmde de en çok satılan antidepresan olduğunu kabul ediyor ve hatta iyi etkileri üzerine de komik bir sketchi filmin içine sıkıştırıveriyor.Koskoca Pfizer'in bile varını yogunu Prozac yerini alabilmek için ortaya döktügü filmde açıkca ortada.

1996'da büyük buluş Viagra'nın da piyasa girdiğinde yaptığı etkisi şöyle bir üstünden anlatılmış.Zararları ise sadece alerjik reaksiyonla sınırlı tutulmuş.Bu anlamda sanırım diyebilirim ki,Hollywood hep ulusal endüstriyi koruma güdüsünde.Neyse ki cesur bağımsızlar var.

7 Haziran 2011 Salı

Jamie Foxx vs.Ray Charles


Benim Ray Charles günlerim gelir bazen Mess Around'la başlar Georgia on my Mind ile devam ederim.Hep de Jamie Foxx'un müthiş performansı kare kare aklıma gelir.Biyografi filmleri çoğu zaman izlerim.Ama Ray'in yeri ayrı.2005 yılında bu uzunca ve derinden acıklı filmi iki gün arayla iki defa izleyip,şahsi Oscar'ımı ona vermiştim.Jamie Foxx'un heykeli almaması zaten mümkün değildi.(Hoş Akademi çok da dengeli değildir.)

Fiziksel benzerliği bir kenara bırakıyorum,hatta şöyle düşünüyorum:bir rolü ne kadar içten oynarsanız karaktere o kadar benzersiniz.Tabi ki Ray Charles'in mucizevi yeteneği ve kırık dökük hayatı hikaye olarak izleyiciyi avcunun içine almayı başarıyor.Ama Jamie Foxx'un o rolünü çok sevmiş halini ben çok sevdim.Müziğe olan yatkınlığını bir kenara bırakın,belli ki o da Ray Charles'in hayatından bir hayli etkilenmiş.

Hadi biyografiyi bir kenara bırakıyorum şimdi.İsimsiz bir karakterimizi var ve çok küçük yaşta gözlerini kaybediyor,tam da piyano çalmaya yeni başlamışken ama o kadar yenetekli ki,görmemesi piyano çalmasını müzik yapmasını,hayatını doya doya yaşamasını engelleyemiyor.Evet bu adamda yaşama yeteneği var derken,şöhreti ucundan yakalamasıyla,"sex,drugs and alcohol" üçlüsü içinde geri dönülmesi hiç de kolay olmayan bir yola düşüyor.Neyse ki etrafında onu tutmaya çalışan iyi dostları var.
İşte o küçük sevimli çocuk gözlerini kaybederken içinizde hissettiğiniz acıya karşılık,çok zor şeyleri başaran Ray,onları eliyle dağıtırken de sizi büyük hayal kırıklığına uğratıyor.
Daha önce hiç Ray Charles dinlememiş olsanız bile filmden sonra dinler hale gelebilirsiniz.Müzikal anlamda çok keyifli sahneler var.

Her ne kadar ingilizce deyim kullanmamaya çalışsam da  Ray Charles için "gifted" çok yerinde bir kavram.Jamie Foxx da o ışığı perdeden dışarı çıkartıyor.Hayat dolu ama mutsuz,yanlız ve yeteneğiyle başa çıkamayan bir adamın hikayesini bu kadar sene izlemediyseniz,en azından önce Ray Charles dinlemeye başlayın :)


19 Mayıs 2011 Perşembe

Water for Elephants:Robert Hatırına


Yazıya girmeden hemen filmin Türkçe çevirisinden dem vurayım."Aşkın Büyüsü"(Filler için Su diye gelse ne olacaktı? kitabın Türkçe çevirisi de bu zaten) diye sinemalara gelen film aslında Sara Gruen best-selleri "Water for elephants" romanının beyazperde uyarlaması.

Water for Elephants tabi ki Robert Pattinson'un kaymağını yer.Chris Waltz'u da izleyip vay be adam bu kötü film de bile güzel oynamış dersiniz.Reese Watherspoon'unun da cenesine bütün film gözünüz takılır.

Robert'in saçları hakikaten oynayacağı role yakın kesilince,puffff diye bütün albeni uçmamış mı? Olsun sinema salonunda yine de 15 yaş liseli kadrosu hazır ve nazırdı.Sirk aleminin renkli dünyasını filan izlerim bu filmi bir şekilde götürür bu diyerek içinize su serpecekseniz,bir kez daha düşünün derim çünkü burası sirk dünyasının perde arkası.Zavallı,evsiz,kimsesiz ve sefil insanların,köle gibi ortaya bir şov çıkarma döngüsünü,havyan sevgisi üzerinden aşka bağlayan bir film Water for elephants.Yine hiç anlam veremediğim şekilde Türkçesi "Aşkın büyüsü".

Bütün hayatı bir günde  alabora olan Jacob Jankowski'nin (Robert Pattinson) neredeyse 85 yaşındaki haliyle açılan film,bu bahtsız adamın hikayesini kendi ağzından anlatarak devam ediyor.Amerika'da hayat kurmuş Yahudi bir ailenin tek oğluyken bir anda yolu mecburen sirke düşen Jacob,acımasız sirk patronuna hafif kafa tutup,gözüne girdikten sonra,karısına aşık olmaktan da kendini kurtaramıyor ne yazık ki...

Chris Waltz,Chris Waltz,Chris Waltz... Inglourious Batards'da geç ve haklı şöhretini yakalayan aktör,Sirk'in acımasız ve hafif deli patronu August rolünde,bu mesaj içerikli aşk filmine adeta renk katıyor.Nedense ben de bu adamı sevimli aile babası rolünde pek düşünemiyorum.Keskin ve kötü ve zeki karakter rollerini üstünde çok iyi taşıyor.

Çok satanlar listesinden bir kitabın sinemaya aktarımı genelde başarısız olur.Hep hayal kırıklığı yaşatır ama iyi gişe yapar.Yüksek notlar alır.Nitekim iç baygınlığı ile izlediğim,anca vasat kalabilecek bu film imdb'de su an 7.0 puanı kapmış görünüyor...Ayrıca filmin hitap ettiği yaş yelpazesiyle ilgili de muallaktayım.Ya ben henüz ben böyle filmleri beğenebilecek yaşa gelmedim,ya da çoktan geçtim....

13 Nisan 2011 Çarşamba

Kosmos



Beyazlar içinden koşarak gelen tuhaf adam derede boğulmak üzere olan kardeşini kıyıya çıkartıyor, daha sonra neredeyse ölmüş çocuğu kucaklayarak adeta ona yeniden hayat veriyor. Telaşlı görünen bu yabancının yanından korkuyla karışık bir aşkla ayrılıyor Neptün (Türkü Tuna).

Karlarla kaplı Kars’ın derdi sınırın açılıp da ‘ötekilerin’ şehre girip bu kendi halinde şehri de ötekileştirmesi. Herkesin birbirini tanıdığı bu yerde, köye gelen bu adam: Battal, mucizesi kulaktan kulağa duyulunca, ahalinin arasına katılıveriyor. Battal’ın mucizevi güçleri halkı büyülerken,yaptığı hırsızlıklar da halka huzursuzluk veriyor.Battal tam bir garip,Neptün’e karşılık kendine koyduğu bir de isim var:Kosmos(Sermet Yeşil).Bu sınırda kalmış yere adeta gökten düşmüş gibi tuhaf.Kosmos bedeni ihtiyaçlarını asgariye indirmiş,kendi deyimiyle ‘emeği kedere dönüştürdüğü için’ çoktan çalışmaya yüz çevirmiş,sadece aşk isteyen bir meczup.
Bu dünyadan olan her şeyle ilişiğini kesmiş ama fanilerinin derdiyle de bedbaht olup.çare aramaktan yılmıyor,yaptığı hırsızlıklarının sebebi de bu.Etrafındaki hiç kimse onu anlamıyor.Reha Erdem’in burada yarattığı ironi çok güçlü,çünkü Kosmos aslında siyah ve beyaz kadar net,çok az ama, çok öz konuşuyor,iletişimsizliğin sebebi aslında bu.Ne istediğini çok açık ifade ediyor,onu ne yemek yerken görüyoruz ne de uyurken,tek içtiği çay,yediği kesme şeker…Bu açıdan bakınca Kosmos aslında bir karakter değil, var olan değil,ideal olan.
Kosmos kendini dünyadan bu kadar soyutlaşmışken, dünyada olup biten acıları da içinde hissetmesi ve mucizevi bir şekilde yardım elini uzatmaya çalışması filmde imgesel öğelerle anlatıldığı için Kosmos’un bu çok basit dünyası, seyirci tarafından bazen karmaşa içindeymiş gibi algılanabilir.
Fakat bembeyaz ve dümdüz Kars, bu sonsuz görüntüden doğa kesitleri, mezbaha görüntüleri, hayvan figürleri ve sessizlik hissi gibi imgesel öğeler filmi görsel açıdan bir sanat eserine dönüştürmüş. Kosmos’un, bu gerçek dışı hatta teatral kurgusu, Lars Von Trier’in Dogville’ i havasında hatta. Bu teatral kurgunun en güçlü destekçisi ise Türk sinemasında pek rastlamadığımız sürreal anlatım tarzı. Bu sürreal anlatım tarzının en güçlü hissedildiği nokta ise  Kosmos ile Neptün’ün kavuşma sahnesi. Kuş sesleri ve çığlıklarla anlaşan, Neptün ile Kosmos virane odanın içinde mutluluk nidaları atarak kağıtlarla beraber adeta uçmaya başlıyor. Bu sürreal ilişki tanımını izlerken insanın en saf duygularını anlatırken aslında neye dönüşmek istediğini, bedenleri ve dili kullanarak yapan Erdem,’zaten insan en derininde ne ki?’ sorusuna cevap arar gibi…
Neticede Reha erdem’e göre çok basit bir dili olan filmi, bu tip arayışları, beyazlar içinden gelen tuhaf figür Kosmos’un yine beyazlar içinde bilinmeze doğru gitmesiyle ve yer yer gerçekten kopuk teatral havası ile izleyende bir alt metin arama isteği oluştursa da, Türk sinemasının benzersiz yapıtları içinde yerini alıyor.

Unutmadan,Reha Erdem’in bu hikayesinin bir sanat eseri tadında filme dönüşmesinde süphesiz  Sermet Yeşil’in payı büyük. Oyunculuğu Kosmos kadar mucizevi.


Meraklısına not:
Kosmos=Düzenli ve uyumlu bir yapı oluşturan bütün; evren.mitolojide Kaos’tan sonraki düzen
Neptün=güneşe en uzak gezegen, mitolojide bilinmeyen ve sınırsız unsur,


11 Nisan 2011 Pazartesi

Çirkin ama Karizmatik:Vincent Cassel


Ekran şekerleri ortalıkta kol gezerken ( Hollywood’da Zac Efron,Robert Pattinson, gibi ‘eye candy’ diye tabir edilen yeni dönem oyuncuların içinde) Vincent Cassel gibi aslında çirkin ama beyazperdenin en karizmatik oyuncusunu anmak biraz iyi gelecek.

Oyunculuk kariyeri taa 1988′lere dayansa da itiraf edelim ki bir çoğumuz onu Gaspar Noe’nin karanlık sanat eseri Irreversible’da tanıdık.Ama bu fazla cesur filmden önce de La Haine de Vinz,L’appartment da Max,Dobbermann’da bizzat Dobbermann,hatta Elizabeth’de de Duc d’Anjou olarak karşımızdaydı.(Hiç filmini izlememiş olsak da zaten kendisi Monica Belluci’nin kocası olarak da tanınıyor.)
Irreversible’da Marcus rolü ile çok da harikalar yaratmamış olarak değerlendirilen Cassel,bu cesur projedeki depresif ve caresiz haliyle bence hayranlarını gayet memnun etti.Avrupa ve bağımsız sinemadan yana tercihlerini belirten aktör’ün en eğlenceli rollerinden biri ise Ocean’s 12 ‘deki Francois Toulour olmuştur.Meşhur çeteye kafa tutan hırsızı canlandıran Cassel,rolu cok sevmişe benziyor ki,Ocean’s 13′e de devam etti.
En son kendisini Black Swan’ın sert ve fırsatçı Bale eğitmeni Thomas Leroy rolunde izledik.Gel gitleri olan,sert ve serseri karakterleri üzerine çok iyi giyinen Cassel,bu filmde de bence iyi iş çıkartmış.Bale sanatının korkunç disiplinini yüzünde estiren Leroy karakterinin konuya bu kadar hakim görünme sebebi ise,Cassel’in 11 yaşında kadar bale yapmasından kaynaklanıyor.Böylesi iddialı ve başarılı bir filmin kadrosunda bulunması ise onu daha çok beyazperdede görmemize olanak sağlar diye düşünüyorum.
Şu an yapım aşamasında olan üç filmde adını görmek mümkün:A dangerous method,The Monk ve Fantomas…
Özellikle Monk da Sergi Lopez ile birlikte oynayacakları performansı şahsen ben bekliyorum.

Meraklısına Not:

Cassel 1966 doğumlu,evet tam 45 yaşında maşallah…
Ülkesinde César ,Lumiere Award,Étoile d’Or gibi organizasyonlardan bol ödül almış bir sanatçıdır.Ödülleri sadece kendi ülkesinde sınırlı değil,Golden Globe,Tokyo International film festival ,COFCA Golden Capital gibi organizasyonlarda da bir çok ödülü var.
Dönüş Yok (irreversible) filminde kendisi aynı zamanda co-producer olarak görev almış
Kendisinin en sevdiği performansı La haine’deki Vinz rolü.Bence de film de ,Cassel da tekrar tekrar izlemeye değer.

28 Şubat 2011 Pazartesi

83. Akademi Ödülleri de geride kaldı.Şaşırtmadan!

David Fincher olsam bugün nasıl uyanırdım bilmiyorum.Ne yalan söyliyeyim Tom hooper ismini beklemiyordum.Sanki son  yıllarda şöyle bir tavır içinde akademi,en iyi film ve yonetmeni birbirinden ayırmam!
Uzun lafı kısası gecenin kazananı King's Speech.Bir Oscar daha süprizsiz,dediğim dedik sona erdi...



Kazananlar listesi

En İyi Film: The King's Speech
En İyi Yönetmen: Tom Hooper (The King's Speech)
En İyi Erkek Oyuncu: Colin Firth "The King's Speech''
En İyi Kadın Oyuncu: Natalie Portman "Black Swan"
      En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: Christian Bale "The Fighter"
      En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Melissa Leo "The Fighter"
      En İyi Yabancı Film: In a Better World / Susanne Bier / Danimarka
      En İyi Uyarlama Senaryo: The Social Network, Aaron Sorkin
      En İyi Orijinal Senaryo: The King's Speech: David Seidler
      En İyi Görüntü Yönetimi: Inception - Wally Pfister
      En İyi Sanat Yönetmeni: Alice in Wonderland RobertStromberg,  Karen O'Hara
     En İyi Animasyon: Toy Story 3
     En İyi Animasyon (Kısa Metraj): The Lost Thing
     En İyi Müzik: The Social Network, Trent Reznor ve Atticus Ross
     En İyi Şarkı: Randy Newman, If I Rise - 127 Hours
                                                      En İyi Görsel Efekt: Inception, Paul Franklin, Chris Corbould, Andrew Lockley ve Peter Bebb
 En İyi Kurgu: The Social Network Angus Wall ve Kirk Baxter
 En İyi Ses Miksajı: Inception, Lora Hirschberg, Gary A. Rizzo ve Ed Novick
 En İyi Ses Montajı: Inception, Richard King
En İyi Makyaj: The Wolfman, Rick Baker ve Dave Elsey
En İyi Kostüm: Alice in Wonderland, Colleen Atwood

Collin Firth'e de çok yakıştı bence o Oscar.Bridget Jones'dan bu yana ne kadar da yaşlanmış.
Jeff Bridges'i nedense itici  buluyorum,belki de tıngır mıngır gitarist rolu ile Oscar'ı almasından olabilir mi?
Natalie Portman,sanki Nina'yı oynamamış da ona çok benziyormuş gibi hissettim,hırsı gözlerinden okunuyordu.

27 Şubat 2011 Pazar

Şaşırt bizi Akademi:Oscara saatler kala...


Artık saatler var.Sabaha merakımız sona erecek.Bu sene filmlerin gayet iddialı olması nedeniyle çok bir haşır neşir olduğum ödül töreniyle ilgili artık tahminler havada uçuşuyor.Eminim hepiniz her yerde favorileri okudunuz.

Ana dal tahminleri şöyle:

En iyi Erkek oyuncu:Colin Firth-"The King's speech"
En iyi Kadın oyuncu: Natalie Portman,-"Black Swan"
En iyi yardımcı erkek:Christian Bale-"Fighter"
En iyi yardımcı kadın:Hailee Steinfeld -“True Grit"
En iyi yönetmen:David Fincher-"Social Network"
En iyi Film: King's speech

Colin Firth'e burdan ver yansın edecek halim yok,geçen sene A Single Man ile alamadığı heykeli bu seneki roluyle de hakediyor.Bence gecen sene Jeff Bridges'e giden OScar zaten Colin Firth'indi.

Ama hadi akademi şaşırt bizi bu rolu bu sene daha çok hakeden Javier Bardem'e ver.

Natalie Portman,hayatının en iyi rolü ile karşımızda.Bundan sonra da böyle zorlayıcı bir rol sahibi olacağını düşünmüyorum.Ama su an için ona yakın bir aday da göremiyorum.Hamile olması da sempatikliğini artırıyor dogrusu.Ama Akademi eşcinsellere söyle bir el sallayıp,The Kids are allright filmindeki Nic rolu ile Annette Bening'e Oscar verse hakkaten şaşırırız.

Christian Bale,yardımcı erkek dalında favori aday,Bir filminde kas yığınına dönüp,digerinde sivrisinek gibi -30 kg ile boy göstermesiyle meşhur.Fighter'da da yine iki boyultu neredeyse.Disiplinli ve iyi projelerde yer alan bir oyuncu.Ama Akademi Geoffrey Rush'ı nasıl görmezden geleceksin.Favorim kesinlikle Geoffrey Rush

Dogrusu Helena Bonham Carter hayalkırıklığı yarattıktan sonra Hailee Stenfiled'e diyecek birşeyim yok.Kendisi benim de yardımcı kadın oyuncu adayım.

Evet son bir ayda Kulisleri alt üst eden film King's Speech,bir anda Social Network üzerindeki ibreyi kendi tarafına doğru çevirdi.İki film aynı zamanlarda vizyona girseydi bence galip kesinlikle Social Network olacaktı.Hala daha da ümidimi yitirmiş değilim.Olay su ki Social Network vizyona girdiğinden beri Ocarın en güclü adayı sıfatıyla heryerde konuşuldu.biraz bıktırdı tabi bu durum Akademiyi.King's speech cok da etliye sütlüye bulaşmayan apolitik duruşu ve tertermiz senaryosu ile rekabet için  tam da biçilmiş kaftan oluverdi.Fakat şöyle bir düşünüyorum da,Akademinin pek İngiliz filmlerine prim verdiği de yok.Ayrıca Social Network yapımcıları bu durumu düşünüp heralde içerde kulis yapıyorlardır.

Oscarın gediklisi haline gelmiş Coen Kardeşlere ne diyorsunuz?Çat diye 10 dalda aday oldular.True Grit ile bence bu iki filmin ensesindeler.Coen Kardeşler ile ilgili sahsi fikrim şu:Coen Kardeşleri ya çok seversiniz ya da filmlerinden çok afedersiniz bir bok anlamazsınız.Ama burda dikkat True Grit bir yeniden çevrim filmi,ve eskisinden kat be kat iyi bir yeniden çevrim filmi.Konusu itibari ile de Amerikan tarihine selam gönderiyor.Tam da Akademinin gönlü fethedilesi bir durum değil mi?Seviyorlar kendi meseleleriyle uğraşamayı.

Benim rengim belli oldu sanırım.Social Network'e giden ödülü ayakta alkışlarım.
Akademi ödülü True Grit'e verirse çok insanı şaşırtır ama beni değil.
Aronofsky bir kaç sene daha aday olur biraz daha yaşlanınca ödülü alır.Ama şunu belirtmek isterim ki "Black Swan" bir masterpiece.Akademiye sert gelmese de keske heykelcik Black Swan'a gitse.
Farkındaysanız ortalığı kasıp kavuran Inception'un esamesi okunmuyor.Geçen seneki Avatar örneğinden sonra şaşırdık mı? Tabi ki şaşırmadık.Ama Inception fanları bütün anketlerde Inceptıon'u bir numara yapıyor.Bizim anketimizde de Inception ödülü almış gözüküyor.Yani uzun lafın kısası Inception halkın birincisi.

Evet Akademi üyeleri bu senenin ödülünü ola ki Inception'a verirse ben dahil çok insanı çok şaşırtır ve bir anda halkın sevgisini kazanmış bir ödül organizasyonu oluverir.

En iyi yönetmen ödülünün David Fincher'dan başkasının olabileceğini bile düşünmek beni üzüyor.Umarım bu dalda Akademi bizi şaşırtmaz da,Bu zamana kadar çok iyi işler çıkartmış Fincher evine ödüller döner.
Şu kanıya kapılmayın sakın,önceki işleri iyiydi,Social Network vasat olmasına ragmen yine de ödülü alsın mantığında degilim.Social Network,başladığı saniyeden itibaren izleyiciyi ekrana kilitleyen,sanal bir konuyu bu tempo ile izleyiciye hissettiren bir yeni dönem filmidir.David Fincher'in objektifinden çıkmış bir sanat eseridir.

Kısa Kısa:Bugünkü haberlerden biri de Kralice Elizabeth'in Oscar törenlerini saat farkına rağmen,canlı izleyeceği yönündeydi.
Natalie Portman'ın aptal bir romantik komedisi vizyona girdi.Çok kötü zamanlama bence
127 saat,Danny Boyle imzasını taşıyan,insanı kasım kasım kastıran,sonuna yakın hepimizi yerinden zıplatan,tek kişilik dev kadrosuyla başarılı bir yapım.Başarısı da bizzat James Franco'nun iyi oyunculuğudur.
Danny Boyle 'nin suratımıza attığı yaşam tarzıdır.İyi filmdir fakat Akademi es geçecektir.Francoyu da filmi de.

23 Şubat 2011 Çarşamba

Bireysel hayat üzerine sert eleştiri:127 saat



Aron Ralston adlı bir sporcunun yaşadığı bir kazadan kurgulanmış 127 saat filmi ile ilgili yazım,hikayenin bilinirliği sebebiyle spoiler gözönünde bulundurulmadan yazılmıştır.Hikaye hakkında herhangi bir bilginiz yoksa yazıyı filmden sonraya saklayabilirsiniz.

Bir stadyum dolusu insan,Kabeyi tavaf eden hacılar,sokaktaki kalabalık,metroya binenler,bunları neden izlediğimiz çok da umrumuzda değildi filmin en başında.Birarada olan ama kendileri için birşeyler yapan insanlar...Nerden çıktı şimdi bu neredeyse tek kişilik filmde bunları göstermek? Bunu unutmayın daha sonra aynen bu noktaya geri döneceğiz.
Aron Ralston'un hikayesini daha önce öğrenmiş olabilirsiniz.Extreme sporlarla uğraşan,başına buyruk,egosu binbeşyüz Aron,gayet bireysel olarak hayatını sürdürmektedir.Dere tepe,dağ bayır çılgınlar gibi gezebilmekte,çok güçlü olduğunu düşünmektedir.Yine bir gün kafasına eser ve kimselere haber vermeden Utah'dakı Blue John kanyonuna gitmek için yola çıkar.Güneşten kavrulmuş bir coğrafyada tek başında bisikletle 30 km yol yapıp eksik gedik alet edavatıyla yola hoplaya zıplaya devam eder.Aynı onun gibi kanyon kanyon gezen iki kızla karşılaşması çok sürmez.Kızları çok enerjik ve vurdum duymaz haliyle iki dakikada etkileyip,muhteşem bir suda beraber oynaşıp,kızları çok da begenmemesine rağmen onları etkilemek hoşuna gidiyor ve birazcık da dalgasını geçip yola devam ediyor Aron.Danny Boyle'nin gözüyle muhteşem resmedilmiş bu doğa parçası üzerinde yürüken,bir anda 400kg'lık bir kaya parçası ile kanyon yarığına düşüveren Aron'un sağ eli kaya parçası ile kanyon arasında sıkışıyor.Evet bu dakikadan sonra filmin tek starı James Franco ve 400kg lık kaya ile başbaşa kalıyoruz.Aron'un yanında pervasızca içip bitirdiği bir adet su tuluğu,yarısından biraz daha fazlası dolu su matarası ve bir adet de tavuklu sandviçi var.Kolunu oradan çıkarmasına imkan olmadığını anlaması için çok güçlü sandığı vucudunu epey bir hırpalıyor.Evet aslında Aron sandığı kadar fit ya da güçlü değil.127 saatlik bu maceranın başlamasıyla,Aron'un flashbacklerine şahit oldukça,onun çok sevdiği anne ve babasından ne kadar uzaklaştığını,birlikte küçükken piyano çaldığı kız kardeşiyle artık hiç ilgilenmediğini,çok sevdiği halde bireysel ve bencil hayatı yüzünden terk ettiği kız arkadasını görüyoruz.Hiç kimseye haber vermeden buraya geldiği için binlerce kere pişman oluyor.Onun nerden olacağını merak edecek bir arkadaşı bile yok.İş arkadaşı meraklanmaya başladığında o artık ölmüş bile olabilir.James Franco,bu zor filmin altından iyi kalkmış.Kamerasını çok seven zıpır Aron'un yüzündeki enerji,kaya altındaki 2. gününden sonra,derin pişmanlığa nasıl da dönüşüyor?Hayatını sorgulaması bu kadar zor koşullar altında mı olmalıydı?Sabah üşendiği için swiss çakısını çantasına atmadığı için bu kadar pişman olmak acaba Aron'u nasıl değiştirecek?
 Filmin en sıkı sahnesi ise üphesiz talk show sahnesi,müthiş bir sahne,Aron'un tam da düşüşe geçtiği nokta...
Şimdi başlangıçta izlediğimiz görüntülere geri dönelim.Binlerce insanın bir arada olduğu anlamsız kalabalığa ne kadar da ihtiyacı var şu anda Aron'un farkında mısınız?Her gün aynı saaatte kanyonun üzerinden geçen kuzgundan bile medet umuyor artık.Belki ofiste sabah masasına vuran güneşten yakınırken,şimdi 15 dakika kanyona vuran güneşe ayak parmak uçlarını uzatıyor.Bütün hayatını,uzaklaştıklarını ne kadar özlediğini hatırlıyor.Bunları hatırlaması için fazla sert bir teste tabi tutulmuş kendisi ama Danny Boyle bu hikaye üzerinden hepimize sesleniyor,o çok kibirli,başına buyruk,yanlız ve güçlü olduğunu düşünen Modern insana!

Bakın o Modern insan tek başında çaresizce bir yarıkta kaldığında,hayatta kalmak için nasıl mücadele veriyor.İdrarını içiyor,lenslerini tükürüğüyle ıslatıyor ve artık 5. gün gelecek hayatına dair hissettiği umuttan sonra kayanın altındaki kolunu 8cmlik made in china çakısı ile kesiyor.

Danny Boyle,içinize işleyecek,gözlerinizi açık tutamayacağınız bu sahnede bütün ustalığını ve gerçekliğini konuşturuyor.Gerçekliğin insanı bu kadar germesi çok rahatsız edici,zaten o da bu rahatsızlığı bütün seyirciye geçirmek istiyor.

Aron Ralston,kolunu kanyonda bıraktıktan 3 yıl sonra bugünkü eşiyle evleniyor ve çocukları oluyor.Hala dağcılık ve extreme sporlar yapıyor,artık nereye giderse gitsin bütün sevdiklerinin haberi var...

20 Şubat 2011 Pazar

Bir enkazdan Kral yaratan adam:King's Speech (Zoraki Kral)


Bu sene Akademi Adayları güçlü,King's Speech ise 12 dalda adaylığı ile en güçlü adaylardan birisi.İngiltere kralı VI. George'un kraliyet mücadelesinin çok şahsi kısmına ışık tutan film,sakin hikayesiyle bütün yükü oyuncuların sırtına yüklemiş bir biyografi.Hal böyle olunca tabi ki gözler Collin Firth'in üzerinde oluyor.Javier Bardem'in Biutiful'daki performansı gönlümü fethetmiş olsa da Collin Firth bu sene heykelciği evine götürür.Yürüyüşünden bakışına,aksanından tutukluğuna kadar,kendine güvensiz,ezilmiş aile bireyini adeta yaşıyor.Bunun seyirciye yansıması da müthiş.Ses tonunu bile değiştirebilip kekeme York Dükü'nün naif dünyası kendisine çok yakıştırmış.Çok asil ama bir o kadar da kırılgan Bertie,tabi ki filmin üzerinde döndüğü karakter.Ama başlıkta da bazılarınızın farkettiği gibi,bu filmde benim starım Geoffrey Rush.VI.George'un içine kapanık dünyasını çay kaşığı ile eşeleyip bu koca enkazdaki Kraliyet ışığını gören adam Lionel.Aslında filmin perde arkası karakteri,hikayenin bir zafere dönüşme sebebi olan Lionel Lounge'u,Geoffrey Rush gibi bir isme emanet etmek yapılabilecek en akıllıca iş olmuş.Orta sınıf bir Avusturyalı dil bilimciyi canlandıran Geoffrey Rush,kesinlikle Oscar'ı almalı.Kendisi o kadar iyi bir oyuncu ki,filmin en ağır topundan bile rol çalabilecek durumda olmasına rağmen,yeri geldiğinde Collin Firth'i daha da zirveye çıkarmaktan hiç çekinmemiş.Eminim ki Colin Firth'in muazzam performansında payı bile vardır.
Krallığın,devlet üzerinde çok sembolik bir etkisi olmasında rağmen halk ve klise için ne kadar değerli olduğunun alt metinde altını çizen,fazla politikaya bulaşmadan,sempatizanlık ya da partizanlık yapmadan,
İngiltere kraliyetinin en sevilen liderlerinden biri olmuş VI. George'un,içsel ve ailesel yaşantısından bir kesiti bize sunan Tom Hooper,bu tarihsel deneyiminde iyi iş çıkartmış.Daha önce de TV için Elizabeth serisiçeken,the Damn United ile beğeni alan yönetmen,bu güçlü filmden sonra çıtayı yüksek tutmak zorunda kalacak.
Aslında VI.George'un kekemelik probleminden,geçmişte yaşadığı psiklojik problemlerden,karısının ona hep şefkate ihtiyacı olan bir bebekmiş gibi davranmasını ekrana yansıtmak çok güç.O kadar ince bir çizgide yürümeniz lazım ki,bütün bu insani olayları tarihin çok saygın figürlerinden birini rezil etmek niyetinde olmadığınızı herkes anlasın.Tam da bu anlamda film,yeri geldiğinde karakterlere yüklediği öz eleştirilerle bile çok doğal yönüyle ele alıyor.
Söylemeden geçmek istemiyorum,Helena Bonham Carter'i böyle fazla normal bir rolde izlemek bir süre bana çok tuhaf geldi. :) Fakat yaşının verdiği olgunlukla artık onu anne rollerinde izlemek aslında normal bir durum.
aksan konusunda tabi ki biraz zayıf kalsa da (Collin Firth'in insan üstü gayret ve performansı karşısında kim olsa bu duruma düşebilirdi) bence yerli yerine oturmuş.Kocasını seven ve her koşulda destek olan asilzade olduğunun bilincinde ama kibirsiz güçlü bir kadın portresi izliyoruz.aslında şu açıdan da bakmakta fayda var,erkeğin başarısının % kaçı arkadasındaki kadına ait? Aslında George'un kendi problemleri ile savaşmasını sağlayan da karısı.

Bu dingin hikayeyi izlemek,muhteşem oyunculukları alkışlamakta fayda var.En kötü ihtimalle yakın İngiltere tarihinden bir kaç isim öğrenmiş oluyoruz,Hem hiç de uzak değil Kraliçe Elizabeth'in babası.

Ucundan spoiler:
*Çok dozunda tarih eklentileri filmin artısı.Özellikle Hitler üzerinden yapılan gönderme gerçekten üzerinde düşünülmesi gereken bir liderlik vasfı.Hitler'in bir meydan konuşmasını izleyen VI.George'un ağzından şunları duyduğumuz sahne: -Ne dediğini anlamıyorum ama ne diyorsa onu çok etkili anlattığı kesin!

*Film içinde benim en sevdiğim sahne ise,Kral olduktan sonra George'un kızları ile karşılaşma sahnesi.İnsan neden Kral olmak istemezin açıklaması gibi...

*Görsel açıdan en sevdiğim sahne ise Kral'ın canlı yayın konuşmasını yapmayı beklerken yüzüne yansıyan kırmızı canlı yayın ışığı,Collin Firth o anda yansıttığı endişe için bile ödülü hakediyor.

5 Şubat 2011 Cumartesi

The Kids are All Right


Kendisi 2011 Oscar'ının en sessiz sedasız yapımlarından,ortalığa bomba gibi düşmüş bir adet İnception onu ezip geçen Black Swan,çok güçlü bir biyografi King's speech konuşulurken,bu eğlenceli filmi izleme isteğimi durduramadım.Bu filmi izleyene kadar Natalie Portman'ın heykelciği alacağından çok emin olan ben,Annette Bening'in performansıyla karşık duygular içerisindeyim.
Eşcinsel bir çiftin,çocuklarıyla yaşadığı mutlu hayata gölge gibi giren bir erkeğin doğurdu sonuçları çok ustalıkla sadece duygusal açıdan anlatan filmin bu ince çizgideki asil yürüyüşüne hayran kaldım.
Nic ve Jules üniversite yıllarından beri beraber yaşayan lezbiyen bir çifttir.Her ikisinin de bir adet cocukları vardır.İkisi de çocuklarını sperm bankasından aldıkları spermle doğurmuşlardır.Tek şaşırtıcı yan ise aynı donoru kullanmış olmalarıdır.18 yaşını dolduran Joni,16 yaşındaki erkek kardeşi Laser'in baba merakına yenik düşerek sperm bankasıyla bağlantı kurar ver donorleriyle tanışma talebinde bulunur.Bu talebi olumlu karşılayan donor Paul,kendini bambaşka bir hayatın içine sokmuştur.
Dümdüz okuyunca çok farklı bir aile gibi gözükse de,yönetmen Lisa Cholodenko karşımıza sımsıcak,her ailede yaşanan sorunları olan,sevgi dolu insanlar çıkartıyor karşımıza.Kariyeri peşinde koşan Nic,kendini çocuklara adayıp hayat boyu mesleğini yapamamış Jules,ergenlik sorunlarıyla boğusan iki çocuk ve ebeveynlerin tek derdi çocuklarının mutluluğu...Bu fazlasıyla normal tabloda fazladan bir "baba" figürü eklemek hiç de kolay olmuyor.Hele bir de işler hiç de sandığınız gibi gitmezse...
Nic'in katı karakterinde dışa kapalı olmanın her zaman sevdiklerinizden sizi uzaklaştırdığını o muhteşem oyunculukla bize anlatan Annette Bening'e hayran kalmamak mümkün değil.Julian Moore ise Chloe'de aştığı kendini Jules ile pekiştiriyor gibi duruyor.İlerlemiş yaşına rağmen düzgün fiziği takdire şayan,ama Akademi'nin gözüne girememiş belli ki.
Mark Ruffalo, çizgisiz kendi halinde iki çocuk sahibi olduğunu 18 yıl sonra öğrenen bir adamın şaşkınlığı yansıtamadı bana ama iddiasız oyunculuğu asla başarısız değil aksine kendinden emin olmayan adam rolleri çok yakışmış.

Eşcinsel evlilik,sperm bankası,donor çocuk ilişkisi gibi gündelik hayatta birarada çok sık rastlanmayan bu üçlüyü bu kadar gündelik ele almanın haklı başarısını yaşaması gereken bir yapım olmuş The Kids are all right.Bu dinginliğine yakışır şekildeki finali de takdire şayan...

NOT:filmin türkçe adı "iki kadın bir erkek".Aile ve çocuklar üzerine yoğunlaşan bir filmin,bu denli düşüncesizce çeviri yapılması...filmin adı aslında konuya atıfta bulunuyor.Tam bir "Lost in translation" örneği...

27 Ocak 2011 Perşembe

Oscar Yolcusu kalmasın:2011 Oscar adayları


Bilindiği üzere,Oscar ödülleri için artık hersene 10 film yarışıyor.Çoktandır tahminler yapılıyordu.Çoğu tahmin de tuttu en iyi film adayları şöyle:

Best Picture
“Black Swan” Mike Medavoy, Brian Oliver and Scott Franklin, Producers

“The Fighter” David Hoberman, Todd Lieberman and Mark Wahlberg, Producers

“Inception” Emma Thomas and Christopher Nolan, Producers

“The Kids Are All Right” Gary Gilbert, Jeffrey Levy-Hinte and Celine Rattray, Producers

“The King's Speech” Iain Canning, Emile Sherman and Gareth Unwin, Producers

“127 Hours” Christian Colson, Danny Boyle and John Smithson, Producers

“The Social Network” Scott Rudin, Dana Brunetti, Michael De Luca and Ceán Chaffin, Producers

“Toy Story 3” Darla K. Anderson, Producer

“True Grit” Scott Rudin, Ethan Coen and Joel Coen, Producers

“Winter's Bone" Anne Rosellini and Alix Madigan-Yorkin, Producers

Açıkçası son iki filme kadar bütün liste herkes tarafından tahmin ediliyordu.Ama Coen Kardeşlerin filminin listede yer alması beni şaşırttı diyemem.

Neredeyse bütün önemli ödüllerde birlikte yarışan Black Swan ve Social Network dikkat çekiyor.Ama The King's Speech tam 12 dalda aday! Tam akademinin sevdiği tarz bir yapım gibi gözüküyor.Inception başlangıç olarak kalacağa benzer.127 saat'in sonu eminim akademiye çok sert gelecektir.The Fighter bence çok sağlam kadrolu bir yapım.
Gönlümden geçeni sorarsanız şairane Black Swan derim ama Akademi ödülü King's speech ile Social Network'ten birine gider gibi geliyor

En iyi yonetmen kadrosunu görünce aaa Nolan yok seslerini ben de duydum:

“Black Swan” Darren Aronofsky


“The Fighter” David O. Russell

“The King's Speech” Tom Hooper

“The Social Network” David Fincher

“True Grit” Joel Coen and Ethan Coen

Yerli yerinde bir aday listesi bence,David Fincher heykelciği evine götürsün isterim.Bilmem ki Aronofsky o depresif ve gercekçi tarzıyla heykele sevinir mi? Coen Kardeşlerin yeri hep ayrıdır ben de ama bu sene es geçilecekler o belli...
 
Kadın oyuncu adaylarını yazmadan bile favorimi söyleyebilirim:Natalie Portman bunu tahmin etmek dahi zekası istemiyor zira herkes aynı fikirde
 
Annette Bening in “The Kids Are All Right”


Nicole Kidman in “Rabbit Hole”

Jennifer Lawrence in “Winter's Bone”

Natalie Portman in “Black Swan”

                                                      Michelle Williams in “Blue Valentine”


 
 
Erkek oyuncu da tam bir klişe yaşanacak,Biyografide oynayan başarılı erkek oyuncu kekeme kralımız Colin Firth:
Javier Bardem in “Biutiful”

Jeff Bridges in “True Grit”

Jesse Eisenberg in “The Social Network”

Colin Firth in “The King's Speech”

James Franco in “127 Hours”


Javier Bardem'in çok daha iyi oyunculuklarını izledik,bence Jesse Eisenberg çok başarılıydı.
Gönül James Franco'nun o müthiş gülümsemesi ile heykeli kaldırmasını ister ama bu sene Colin Firth doğru bir iş yaptı.
 

Yardımcı erkek oyuncu dalında da adaylar söyle
 
Christian Bale in “The Fighter”


John Hawkes in “Winter's Bone”

Jeremy Renner in “The Town”

Mark Ruffalo in “The Kids Are All Right”

Geoffrey Rush in “The King's Speech”

Gözlerim  Facebook'un masum ortagını aramadı değil hani,Eduardo Saverin roluyle karsımıza çıkan Andrew Garfield'i Akademi görmezden gelmeyi tercih etmiş.Bu durumda Christian Bale'in şansı yüksek!
 
Yardımcı kadın oyuncuda da benzer birşey göze çarpıyor.Kulislerde dönen Black Swan!daki Lily karakteri  Mila Kunis adı listede yok.liste söyle:
 
Amy Adams in “The Fighter”


Helena Bonham Carter in “The King's Speech”

Melissa Leo in “The Fighter”

Hailee Steinfeld in “True Grit”

Jacki Weaver in “Animal Kingdom”


Amy Adams benim için yakın bir isim,ama Helena Bonham Carter filmin gücünden beslenebilir.
 
bütün dallar için : http://www.oscars.org/awards/academyawards/83/nominees.html
 
adresine göz atın
 
 

12 Ocak 2011 Çarşamba

Psikolojimizi Değiştiren Adam:Darren Aronofsky


Oscar'a az zaman kala Black Swan  beni çok etkiledi ve Akademi Darren Aronofsky'in tarzını çok sert bulsa da kesinlikle en iyi film adaylıklarından birine oturacağını biliyorum.
Evet Aronofsky öyle şeyler yapıyor ki, filmleri sona erdiğinde,öyle koltuktan saniyede kalkıp uzaklaşamıyorsunuz yarattığı atmosferden.Şöyle bir akan yazılara boş boş bakıp bir süre kendinize gelmeniz gerekiyor.
1998 yılında hiç birşeye benzemeyen ilk uzun metrajlı yapıtı "Pi" ile karşımıza dikelen Aronofsky, hala daha da ezber bozmaya devam ediyor.Pi ile derin sinema izleyicinin takibe aldığı yönetmen,2000 yılında Requiem for a Dream ile acayip bir iş yaptı.Sinema tarihinin en çarpıcı filmlerinden biri olan Requiem for a Dream'deuyuşturucu batağına düşmüş üç arkadaşın hayata tırnaklarını ne kadar geçiririrlerse geçirsinler,elleri parçalanarak kayıp gittiklerini izliyoruz.Hiç lafı dolandırmadan,çekilen ruhsal ve fiziksel acıları bütün gerçekliğiyle ortaya koyan Aronofsky bu film ile hem çok tartışıldı hem de çok alkışlandı.Ayrıca filmde Ellen Burstyn canlandırdığı tv bağımlısı anne karakteri ile kesinlikle izlenmesi gereken bir performanstır.Tabi ki Aronofsky bu filmiyle sert yonetmenler arasinda yerini aldi.Akademi bu tarz filmlere pek prim vermese de Aronofsky coktan dikkat cekmisti.Sinema tarihinde en depresif film olarak bile anilan Requiem den tam 5 sene sonra kendine has atmosferi ile dikkat ceken The Fountain'le karsimiza cikti.Fountain da bu ke 3 farkli zaman diliminde sevgililerini kurtarmak icin savasan 3 adamin hikayeleri ile karsimiza cikan yonetmen derdini aslinda tek bir hikayede kesiştiriyor.Stanley Kubrick'in Space Odysey'i tadinda film yonetmenin sanatina farkli yaklasimlarindan birisi.


2008 e geldigimizde sahsi fikrimce Aronofsky'in en soft ve beklentinin altinda filmi The Wrestler(Turkce adi sampiyondu.yine anlamadigim cevirilerden birisi) yonetmenin tarzina gore o kadar normaldi ki Akademi odullerinde o sene cokca ismi gecti.Yine de Aronofsky tarzi cikislari olan film,Mickey Rourke ve sinema adina onemli bir yerde duruyor.







Bu cok da Aronofsky kokmayan filmden sonra 2010 da Black Swan'la Aronofsky bomba gibi geri dondu.Ulkemizde 2011 yilinda vizyona girecek olan film,dominant ve kuralci bir anne tarafindan yetistirilen balerin Nina nin bas balerin olma yolundaki sahsi hirslarini ve kaygilarini bu hirsin hayatini hangi noktaya getirdigini anlatan cok iddiasiz mekanlarda muhtesem bir gozden cikma bir itinayla cekilmis bir bas yapit.Aronofsky kugu golu balesinden oyle degisik bir dilde bahsediyor ki,bu dili ogrenmek icin can atiyorsunuz.İşin psikolojik boyutunu hamur gibi yoguran yönetmen,bütün filmlerinde çekilen fiziksel acıları da izleyiciye müthiş aktarıyor. Black Swan'da Natalie Portman'ının göz dolduran performansı ile inanın yine bize acı çektirecek.Vincent Cassel gibi bir oyuncu da artısı.Bu film Natalie Portman'a Oscar getirebilir dikkat!


Meraklısına not:

Kendisi 1969 Brooklyn doğumlu Yahudi asıllı bir Amerikalı.
Aronofsky bu sıradışı filmlerinin yanında çok normal bir hayat sürüyor.Rachel Weisz ile nişanlıydı 2010 da bir ayrılık duyurusu geldi ama oğullarını beraber büyütmeye çalışıyorlar..
Polanski'den fazlaca esinelenen yonetemen, Black Swan için de Polanski nin Repulsion ve Tenant'ından cok fazla etkilendiğini belirtmiş.