Sinemasız hayat,tuzsuz popcorn gibidir...

17 Haziran 2010 Perşembe

A Single Man /Tek Başına Bir Adam


Tek başına bir adam, yazar Christopher Isherwood’un aynı adlı romanından perdeye bir uyarlama. Aslında romanın da Isherwood’un kişisel yaşantısıyla bir çok bağı var. Ziyadesiyle içsel anlatıma sahip bu bu kitap ’sinemaya uyarlanması imkansız’ kitaplar arasındaydı. 29. uluslar arası İstanbul film festivali’nin programında da yer alan film, 1960′larda Amerikada yaşayan İngiliz bir profesor’un 16 yıllık partneri Jim’in ani ölümünden sonra geçireceği ilk günü, yaşadığı bunalımı ve hayatını sona erdirmeyi düşünmesini anlatan filmin yönetmen koltuğunda Tom Ford’u görünce aklınızdan şunlar geçebilir: Allah Allah bu adam tasarımcı değil mi, nerden çıktı şimdi film yapmak , yönetmenlik de yetmemiş, senaryoya da burnunu sokmuş hem de!!! Tom Ford, bu filmle sinemaya hızlı bir giriş yapmış ve sanatçı olduğunu bir kez daha gözler önüne sermiş durumda. Kitabı çok iyi irdeleyip, yazarın tarzıyla da bağını koparmayan yönetmen, senaryoda kendi isteklerine göre de şekillendirmeler yapmış, mesela kitaptan farklı olarak intihar eğilimi üzerinde daha çok durmuş. Konu olarak gayet sakin, acı dolu ve buhranlı bir hikayeyi seyirciye aktarmak çok zordur. Birincisi Tom Ford bu kasvetli aşk hikayesini (üstelik de 60′lı yıllarda Amerika’da hoş karşılanmayan eşcinsel bir aşkı) bazen bizi komediye sürüklemek suretiyle bile çok keyifli noktalara sürüklemiş. İkincisi ise perdede az bulunur görsel disiplini yakalamış olması. Burda kendisinin direk tasarımcı olmasıyla bağ kurmamak elde değil çünkü perdede gördüğünüz her şeyin özenle seçilmiş olduğunu hissediyorsunuz. Öncelikle filmin görselliği muazzam, Tom Ford kendisi kadar yakışıklı bir film yapmış. Tabi ki kıyafetler muhteşem. Mekanlar, arabalar, açık hava çekimleri, film boyunca vurgulanan gözler, hatta ve hatta George’un tuvaletini yaparken görüntülendiği sahne bile tam bir sanat eseri kıvamında. Film boyunca George’un adeta sevgilisinin gözlerini ararcasına takıldığı muhteşem mavi, yeşil göz konseptini, arabasını park ettiği park yerindeki kocaman bir çift gözden oluşan ”Sapık” afişine gönderme yapması takdire şayan bir durum.



Ford bu ilk işinde, çoğu amatör yönetmen gibi düşünmeyip kitaba sadık kalıcam diye başarısızlığa sürüklenmemiş. Filmi kitabın ilk sayfasındaki gibi dümdüz bir uyanma sahnesi ile açmak yerine, çıplak iki erkeğin deniz altındaki görüntüleriyle başlayıp, hemen ardından karlar içinde beliren kahramanımız George (Collin Firth) arabanın yanında kanlar içinde yatan sevgilisin; Jim’in yanına uzanıyor. George ancak bu rüyalardan sonra uyanıyor. Bu başlangıç Tom ford’un hem farklı hem de cesur bir giriş yapmasına yetmiş de artmış bence. Tom Ford, yanlızca öyküde değil, kimi zaman usta yönetmenleri bile zorlayabilecek öyküleme yöntemlerine de hakim gözüküyor. Müziklerinden kurgusuna, ses tasarımından, dramasına izleyiciyi hayretlere düşürecek bir oyunculuk yönetimine kadar çok başarılı işler çıkartmış. Filmin ağır topu George rolundeki Colin Firth ise, Tom Ford tasarımı jilet gibi takımların içinde muhteşem görünüyor. Bu muhteşem görüntüsünün üzerinde, oyunculuk kariyerindeki en iyi rollerden birini de ekleyince, Oscar’da Jeff Bridges engeline takılması gerçekten çok üzücü.



Tom Ford’un bu ilk denemesi, ‘kayıp’ duygusunu izleyicisine sonuna kadar hissettiren bir film, yitirilenin yokluğuyla başa çıkma üzerine bir yanlızlık senfonisi, tek başına yaşanan bir yasın beyaz perdedeki en önemli karşılıklarından olmuş. Bu filme dünyanın en ünlü moda tasarımcılarından birinin fotograf anlatısı gibi bakanlar çok da haksız değiller. Ama ek olarak şu var: Ford kahramanının dış giysileri kadar ‘iç giysilerini’ de aynı kusursuzlukta dikmiş.




Meraklısına:Yazar Isherwood kitabını  53 yaşındayken sahilde tanıştığı 16 yaşındaki delikanlı ile yaşadığı büyük aşkı sırasında yaşadıkları 1-1.5 senelik ayrılığı sırasında kaleme almış.Kitabın duygu yoğunluğu o yüzden çok ön planda imiş.Daha sonra barışan çift Isherwood 81 yaşında hayata veda edene kadar beraber kalmış.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder